Fotoğraf 1: © Kamu Politikası, Devlet Yönetimi ve Toplumsal Gelişim Merkezi (KAPDEM), 2025. Tüm telif hakları saklıdır.
Kamu Politikası, Devlet Yönetimi ve Toplumsal Gelişim Merkezi (KAPDEM) olarak, araştırmacı yazar Gizem Magemizoğlu ile kaleme aldığı “İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti” kitabı üzerine yaptığımız söyleşiye bu ikinci bölümle devam ediyoruz. İstanbul’un fethi ile dünya tarihine ‘çağ açıp çağ kapatan’ imparator olarak adını yazdıran Fatih Sultan Mehmed (II. Mehmed), Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişip yükselmesinde de müstesna bir yere sahiptir. Yaptığı fetihler ve geliştirdiği dönüşümler ile Osmanlı’nın bir cihan imparatorluğu olmasını sağlamış, kendisi de bir ‘cihan imparatoru’ olarak kabul görmüştür. Öncü ve reformcu kimliği ile Osmanlı devlet yapısını yeniden şekillendirmiş; koyduğu nizamlar ve getirdiği değişimler ile bir cihan devleti haline gelen Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet ve yönetim anlayışının temellerini oluşturmuştur.
Fatih Sultan Mehmed’in kendi dönemindeki sivil ve askeri devlet yönetimi uygulamaları öncü ve yenilikçi bir karaktere sahip olmuş, kendisinden sonra gelenlere ve diğer devletlere örnek olmuş, dünden bugüne sürekli değişen ve gelişen kamu yönetimi sistemlerine ilham vermiştir. Araştırmacı yazar Gizem Magemizoğlu ile yaptığımız röportajın 26 Ağustos’ta yayınlanan ilk bölümünde; daha çok söyleşimizin de temel konusu olan yayınladığı “İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti” kitabının içeriğine ve aktardığı önemli tarihi bilgi ve yorumlara odaklanmıştık.[1] Röportajın birinci bölümünde; Osmanlı devlet geleneği, yönetim pratikleri, devletin kurumsallaşma süreci ve tarihsel bağlamda modern dünyada imparatorluk kavramı ve Fatih Sultan Mehmed’in kamusal imajı gibi konuları detaylı olarak tartışma imkanı bulmuştuk.
Röportajımızın bu ikinci bölümünde ise yine hem kitabın içeriğindeki kritik bilgileri ele almaya devam ediyoruz hem de Fatih Sultan Mehmed’in evrensel kimliği, Türk ve dünya tarihindeki yeri ve sahip olduğu devlet adamı kimliğinden yola çıkarak Osmanlı’dan modern Cumhuriyet’e uzanan etkilerini sorgulayarak daha güncel konuları da tartışıyoruz. Bu çerçevede imparatorluk düşüncesinin günümüze uzanan yansımalarını, Osmanlı yönetim mirasının modern Türkiye Cumhuriyeti’ne etkilerini ve siyasi, politik ve yönetimsel açıdan tarihsel süreklilik ile dönüşümün nasıl değerlendirilebileceğini irdeledik.
Gizem Magemizoğlu, araştırmacı ve yazar olarak özellikle tarihi konularda önemli araştırmalar yapmakta ve yazılar kaleme almaktadır. “İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti” kitabı dışında pek çok yazı ve makalesi bulunmaktadır. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yönetim Bilimleri Ana Bilim Dalı’nda doktora öğrenimine devam etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisadi ve mali tarihi, bağımlılık ilişkileri, genel devlet teorisi ve bozkır toplumlarında devlet olgusu gibi konular üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.
Gizem Magemizoğlu ile Röportaj: Bölüm 2:
İmparatorluk Düşüncesinden Günümüze: Osmanlı Mirası, Bozkır Geleneği ve Modern Türkiye
Röportajın İkinci Bölümünün Özeti:
“İmparatorluklardan çıkarılabilecek en önemli derslerden biri, belki de gücün bu denli mutlaklaştırılmaması gerektiğidir. Çünkü imparatorluklar doğaları gereği gücü över, mutlaklaştırır.”
“Osmanlı’nın yıkılış sürecinde bir ‘milletler çorbası’ yaşanmıştır. Sonuçta ulus devlet de boşuna çıkmış bir yapı değil.”
“Osmanlı’da Türk soylu olmak ve Türkçe her zaman önde tutulmuştur. ‘Oğuzname geleneği’ sürekli sürdürülmüştür. Fatih, çocuklarına ve torunlarına Türkçe isimler vermiştir”
“Fatih’in getirdiği devletin bekası için ‘kardeş katli’ uygulaması Bozkır geleneğine aykırıdır. Diğer Türk devletleri bunu doğru bulmamıştır”
“Fatih’i diğer Müslüman hükümdarlardan ayıran şey, Batı’yı çok iyi takip edebilmesidir.”
“Halkın bir kısmı Katolik egemenliğindense Osmanlı yönetimini tercih eder hâle gelmişti. ‘Katolik külahı görmektense Türk sarığını görürüz’ sözü bunun göstergesidir.”
“Ben Atatürk’ün II. Mehmed’i her zaman ayrı bir yere koyduğunu düşünüyorum.”
“Türklerin Truvalılardan geldiği iddiası tarihi bir safsatadır. Türkleri Avrupa medeniyetinin dışında göstermek için bazı Avrupalı tarihçilerce uydurulmuş bir yalandır”
“Fatih Sultan Mehmed ve Mustafa Kemal Atatürk benzer şekilde zaferlerinden sonra ‘Truva’nın intikamını aldık’ demiştir. Bu siyasi ve sembolik bir mesajdır”
“Atatürk, Nurettin Paşa’ya Attila’nın Bizans elçilerine verdiği cevabı hatırlatarak, ‘Ben soylu bir aile değil, soylu bir milletin evladıyım’ der. Bu tavır, millet vurgusunun bireysel soydan üstün tutulduğunun göstergesidir.”
“Fatih hem Doğu’yu hem Batı’yı takip edebilen bir liderdi. Onu, diğer Müslüman hükümdarlardan ayıran en önemli özelliği Batı’yı çok iyi takip edebilmesidir”
“Fatih Sultan Mehmed’in Avrupa’da önemi bir istihbarat ve bilgi ağı vardı”
“Fatih sadece stratejik planlar yapmıyor, karşı tarafın algılarını da sürekli kontrol ediyordu”
“Fatih döneminde Türkleri dışlamaya yönelik bir politika yoktu ama Türklük de imparatorluğun merkezine yerleştirilmedi”
“Fatih’in, Çandarlı Halil Paşa’ya küçüklükten gelen kişisel bir husumeti vardı. Fatih’i küçükken tahttan indiren, Yeniçeri isyanını hazırlayan ve babasının yeniden tahta geçmesi için mektup yazdıran Çandarlı idi”
“Fatih Sultan Mehmed, Türkiye’de hem sağ hem sol çevrelerin sahiplendiği ender tarihî figürlerden biridir.
“Türk solu, Fatih’i ilerici bir hükümdar olarak görür. Osmanlı’daki hoşgörü ortamının kurucusu olduğunu düşünürler.”
“Türk sağında, özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ü ve devrimlerini içselleştiremeyen kesimler, Fatih’i alternatif bir kurucu figür olarak konumlandırıyorlar. Bu, Fatih’in tarihi rolünü anlamaktan ziyade, Atatürk ve Cumhuriyet değerlerini küçültmeye yönelik bir ideolojik pozisyon.”
“Fatih’i takdir etmeliyiz, ancak onu överken milli mücadeleyi ve Atatürk’ü küçümsemek doğru değil. Türk sağının bazı kesimleri Fatih’i anlamaktan çok, bu yaklaşımla sahipleniyor, bunu terk etmeliler”
“Fatih’in İstanbul’u fethettikten sonra yağmayı ilk gün durdurduğu bilinir. Gayrimüslimlerin mallarını ve canlarını koruyan bir yönetim anlayışı vardı”
“Tarih yazımı doğası gereği ideolojiktir.”
“Milliyetçiler için Fatih, Türk milli kimliğini şekillendiren bir figür. Onlar Fatih’i Türklük üzerinden tanımlarlar; Türk Cihan Hâkimiyeti idealinin bir parçası olarak görürler. İslamcılar ise onu bir Müslüman lider, dini önder olarak değerlendirir.”
“Türk ve Bozkır toplumlarında yöneticilik hakkı birkaç soya ait kabul edilirdi. O nedenle ‘kutlu soy’ ve o soylardan birisine dahil olmak meşruiyet ve hakimiyetine rıza üretmek adına çok önemliydi”
“Fatih döneminde Oğuz töresindeki ‘Orun’ ve ‘Ülüş’ sistemi yönetimde yeni mekanizmalarla yeniden uygulamaya konuluyor”
Röportajın Tam Metni:
Gizem Magemizoğlu ile Röportaj: Bölüm 2:
İmparatorluk Düşüncesinden Günümüze: Osmanlı Mirası, Bozkır Geleneği ve Modern Türkiye
Kamu Politikası, Devlet Yönetimi ve Toplumsal Gelişim Merkezi (KAPDEM) olarak röportajımıza ikinci bölümle devam ediyoruz. “İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti” isimli kitabınızda imparatorlukların tarihteki rolü ve II. Mehmed’in mirası üzerine derinlemesine analizler sunuyorsunuz. Tarihten bugüne gelerek daha güncel konuları da tartışmak istiyoruz izninizle. Bugün dünyayı şekillendiren güç yapılarına baktığınızda, tarihsel imparatorluklardan alınması gereken en büyük ders nedir? ‘İmparatorluk’ hegemonik olarak bugüne etki etmekte midir?
Elbette. İmparatorluk kavramı insanların zihninde genelde istikrar ve uzun süreli barış dönemleriyle özdeşleşir. “Pax Mongolica”, “Pax Ottomana”, “Pax Romana” gibi terimler bunun göstergesidir. Ancak hiçbir imparatorluk tam anlamıyla iç çatışmalardan uzak bir ortam sunmamıştır. Yani sanıldığı gibi tamamen huzurlu dönemler değildir bunlar. Örneğin Roma’da bir dönem, “Roma’nın dışında bir dünya yoktur” anlayışı hâkimdir. Roma’nın egemen olduğu dünya tek anlamlı dünyadır. Diğer bölgeleri fethetmesine bile gerek yoktur; kendi sınırları içinde bir bütün oluşturur.
“İmparatorluklardan çıkarılabilecek en önemli derslerden biri, gücün bu denli mutlaklaştırılmaması gerektiğidir. İmparatorluklar doğaları gereği gücü över, mutlaklaştırır”
Fatih’in Roma İmparatorluğu’nu örnek aldığı, hatta kendisini özdeşleştirdiğini ve onun devamı gibi gördüğünü pek çok kaynaktan öğreniyoruz. Fatih ile yükselen Osmanlı İmparatorluğu’nda da benzer bir anlayış hâkim oldu mu?
Evet, Roma’daki bu anlayış, Osmanlı’nın yönetici elitleri tarafından da benimsendi. Pek çok imparatorluk da benzer anlayışa sahiptir. Ben ‘imparatorluk’ imgesini bir tür söylem, yani insanları yönetilmeye ikna etmek için kullanılan bir retorik olarak görüyorum. “Beni bundan başkası koruyamaz, bundan başkası bana ekmek veremez” anlayışını yerleştirmeye yönelik bir kurgudur bu. Ancak artık bu tür söylemleri geride bırakmalıyız.
Oysa bugün, ‘imparatorluk’ dönemlerine özenen siyasi söylemleri belirli çevrelerde sıkça görüyoruz. ‘Yeni Osmanlıcılık’ ya da ‘yeniden Osmanlı İmparatorluğu’na dönüş’ söylemleri de bazen övgü bazen yergi anlamında kimine göre siyasi bir retorik kimine göre ise siyasi bir hareket olarak sürekli karşımıza çıkıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunları doğru bulmuyorum. Bugün hâlâ imparatorluğa özenen bir bakış var ama ne olduğu bilinmeden. Bu tür söylemler tarihin doğru anlaşılması ve okunmasını da zorlaştırıyor. İyi ya da kötü anlamda sadece algı ve istismar konusu haline geliyor, tarihi gerçekleri de kendine göre değiştirip saptırıyor.
Günümüzde imparatorluklara, otokratik yönetim biçimlerine yönelik bir özenme eğilimi var. Belki de imparatorluklara bakarak bu eğilimin ne tür sonuçlar doğurabileceğini görebiliriz. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu ya da genel olarak ‘imparatorluklar döneminden’ bugün için çıkarmamız gereken asıl dersler neler olmalı sizce?
Bence imparatorluklardan çıkarılabilecek en önemli derslerden biri, belki de gücün bu denli mutlaklaştırılmaması gerektiğidir. Çünkü imparatorluklar doğaları gereği gücü över, mutlaklaştırır.
İmparatorluk dönemlerinden bugüne dair alınabilecek olumlu dersler var mıdır?
İmparatorluklardan alınabilecek belki de en olumlu ders farklı toplulukların bir arada yaşama alışkanlığıdır. Evet, dönem dönem çatışmalar olmuştur ama bu çok kültürlülüğü belli ölçüde koruyabilmişlerdir. Günümüzde de aynı ülkede yaşayan insanların birbirine tahammül etmeyi öğrenmesi gerekiyor. Bu, çıkarılabilecek temel sonuçlardan biridir.
“Osmanlı’nın yıkılış sürecinde bir ‘milletler çorbası’ yaşanmıştır. Sonuçta ulus devlet de boşuna çıkmış bir yapı değil”
Farklı kültürler ya da milletlerin huzur içinde bir arada yaşaması, diğer bir deyişle imparatorlukların vaat ettiği o ‘pax,’ ‘barış’ sürekli olamıyor. Osmanlı’da da sanırım böyle bir süreç yaşandı diyebilir miyiz? Bir yandan sürekli isyanların olduğu dönemler de görüyoruz.
Tarihin belirli dönemlerinde çok kültürlülük, etnik ve dini çok kimliklilik ve kaynaşma anlamında bir başarı sağlanmış, bazı dönemlerde bu başarılmamıştır. Özellikle Osmanlı’nın yıkılış sürecinde bir “milletler çorbası” yaşanmıştır. Ama bu imparatorluk nostaljisini bugünkü ulus devlet perspektifiyle değerlendirmek zor. Sonuçta şu an biz ulus devletin içindeyiz. Ulus devlet de boşuna ortaya çıkmış bir yapı değil.
O zaman imparatorluklardan alınacak dersler olsa da nostaljik bir bakışla geri dönüş de mümkün değil, ulus devletlerden sonra bir yönetim şekli olacaksa yine başka bir sentez olacaktır diyebilir miyiz?
Evet, kesinlikle. İmparatorluklardan alınacak çok ders var. Ama bugün bu şartlarda uygulanabilirliği başka bir tartışma. Yine de altını çizmek isterim ki, ulus devlet modeli kendiliğinden ortaya çıkmadı. Onun da tarihsel bir nedeni ve zemini var.
“Osmanlı’da Türk soylu olmak ve Türkçe önde tutulmuştur. ‘Oğuzname geleneği’ sürekli sürdürülmüştür. Fatih, çocuklarına ve torunlarına Türkçe isimler vermiştir”
Yeniden Fatih dönemine dönersek, Fatih’in yönetim vizyonunda Roma ve Bizans gibi imparatorluklardan etkilendiği görülüyor. Zaten sizin de kitapta belirttiğiniz gibi etkilendiği üç gelenekten biri Roma-Bizans geleneği. Peki, Fatih Sultan Mehmed, Selçuklu ve Bozkır geleneğinden gelen yönetim anlayışlarını tamamen terk etti mi, yoksa bir sentez mi oluşturdu?
Hayır, II. Mehmed bozkır geleneğini tamamen terk etmedi. Egemenliğin padişahın şahsında toplanması gibi uygulamalar geliştirmiş olsa da geleneksel Türk devlet yapısını tamamen bırakmadı. Örneğin, II. Murat döneminden itibaren başlayan “Oğuzname” geleneği, II. Mehmed ve II. Bayezid döneminde de devam etti. Bu tarih yazımı, Osmanoğulları Hanedanı’nı Kayı boyu üzerinden Oğuzlara bağlamayı hedefliyordu. Saray bu tarihçiliği destekledi ve teşvik etti.
Bu durumda ünlü tarihçimiz Halil Berktay’ın yazdığı gibi Osmanlı Beyliği’nin kuruluşundan itibaren başlayan Osmanlı soyunu soylu bir Türk boyuna bağlamak her zaman önemli olmaya devam ediyor diyebiliriz. Osmanlı beyleri ya da Fatih için Kayı boyundan gelme iddiası neden bu kadar önemli?
Bu durum başta olduğu gibi, II. Mehmed’in de Türk halkının rızasını kazanmak için kendi soyunu Oğuzlara bağlama ihtiyacı hissettiğini gösterir. Bu nedenle yalnızca ideolojik değil, toplumsal olarak da bir meşruiyet arayışı vardı.
Osmanlı’nın Türklere ya da Türkçeye önem vermediği, Türk soylu olmakla ilgilenmediği gibi iddiaların temelsiz olduğunu söyleyebiliriz değil mi? Buradan yola çıkarak Osmanlı’yı Türk İmparatorluğu olarak adlandırmayan, bir millete dayandırmayan tarih yorumlarına katılıyor musunuz?
Evet, bunlar tamamen uydurma ve başka politik hesaplarla ortaya atılan tarihi saptırma girişimleridir. Maalesef buna alet olan belirli kesimler de olabiliyor, özellikle dini hassasiyetleri öne çıkarmak isterken Osmanlı devletinin temeli olan milleti yok saymaya kadar bu saptırmaya kapılabiliyorlar. Hanedanlar imparatorlukları yönetir, ama Osmanlı her şeyi ile bir Türk imparatorluğudur.
Fatih’in ve Osmanlı’nın Türk soylu olmaya ve Türkçe’ye verdiği önemi gösteren ‘Oğuzname’ geleneğinin sürdürülmesi dışında da örnekler verebilir misiniz?
Bunun dışında Osmanlı’nın resmi dili Türkçe’dir. 600 yıl boyunca tüm devlet kayıtları Türkçe tutulmuştur. Her ne kadar Arapça ve Farsça etkisiyle zaman zaman ağırlaşmış olsa da Türkçe’nin devlet dili olarak benimsenmesi edebî dilin de gelişmesini sağlamıştır. Fatih’in yaptırdığı Topkapı Sarayı’ndaki üç köşkten biri, “Türk tarzı köşk” olarak bilinir. Burada Timur ve Orta Asya etkisi barizdir. Karaman bölgesindeki mimari tarzda da bir köşk inşa ettirmiştir. Sarayda yazılan Türkçe eserlere özel ilgisi vardır. Çocuklarına ve torunlarına Türkçe isimler vermiştir. Örneğin:
- 
- Cem’in oğlu: Oğuz
 - Bayezid’in oğlu: Korkut (Dede Korkut’tan gelir)
 - Bayezid’in kızı: İlaldı (İlteriş’ten esinlenilmiştir)
 
 
Ancak bir imparatorluk söz konusu olduğunda, başka kültürel unsurlar da kaçınılmaz olarak benimsenmiştir.
Fatih döneminde ‘Bozkır geleneğinden’ terk edilen uygulamalar da var mıdır?
Evet, örneğin Bozkır geleneğinden terk edilen en önemli unsur ülüş sistemidir. Bu sistemde toprak hanedan üyeleri arasında paylaştırılırdı. Osmanlı, bu uygulamayı geride bıraktı. Bu durum da 15. yüzyılda merkezi imparatorlukların yükselişiyle örtüşmektedir.
“Fatih’in getirdiği devletin bekası için ‘kardeş katli’ uygulaması Bozkır geleneğine aykırıdır. Diğer Türk devletleri bunu doğru bulmamıştır”
Fatih dönemine dair en çok tartışma konusu olan konulardan birisi de ‘kardeş katli’ uygulaması ve bunun bir nizam haline getirilmesi. Bu uygulama Bozkır geleneğinde var mıydı ya da Oğuzlar’da oldu mu?
Hayır, yoktu. Kardeş katli uygulaması Bozkır geleneğine aykırıdır. Oğuzlar’da yoktur. Fatih’in getirdiği bu uygulama o dönemde Türk devletlerinde doğru bulunmamıştır. Timur, Osmanlı’nın Fetret Devri’ndeki kardeş kavgasını ve cinayetini bile uygun bulmadığını Bozkır geleneğini hatırlatarak iletmiştir.
Peki, Fatih’in getirdiği tür bir kardeş katli uygulaması, İran, İslam veya Roma-Bizans geleneğinde de var mıydı?
Hayır, bu kadar sistematik bir kardeş katli uygulaması yoktur. Her coğrafyada mutlak hükümdar figürü olabilir ama bu denli kurumsallaşmış bir kardeş katli benim bildiğim kadarıyla görülmemiştir. Sonuçta II. Mehmed, bozkır geleneğini tamamen bırakmamış, kesinlikle devam ettirirmiş, aksine diğer geleneklerle birlikte bir sentez oluşturmuş diyebiliriz.

Kitap: “İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti,” Araştırmacı yazar Gizem Magemizoğlu’nun kaleminden.
“Ben Atatürk’ün II. Mehmed’i her zaman ayrı bir yere koyduğunu düşünüyorum”
Şimdi biraz Cumhuriyet dönemine gelelim. Cumhuriyetin kurucu kadrosu, özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ün II. Mehmed hakkındaki görüşleri nelerdir? Ondan etkilenmiş midir?
Ben Atatürk’ün II. Mehmed’i her zaman ayrı bir yere koyduğunu düşünüyorum. Örneğin Meclis’te yaptığı bir konuşmasında şöyle der: “İstanbul şehri, milletimizin sonsuz çalışması, özverisi sonucu olarak elde edilen Allah’ın bir lütfudur.” Buradaki başarı kime ait? Tabii ki Fatih’e.
Başka bir konuşmasında da “II. Mehmed büyük adamdır, büyük” şeklinde bir ifadesi vardır.
Ayrıca, Fatih’in Antik Yunan’a ve Truva mitlerine ilgisi olduğu bilinir. Bu bilgi, Eğriboz Adası’nın Rum valisi olan Kurtovulos tarafından aktarılır. Fatih, Truva kalıntılarını ziyaret ettiğinde, “Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul’u fethederek Truva’nın intikamını aldı” der.
Atatürk de Dumlupınar Zaferi sonrası, “Biz Yunanlardan Truva’nın intikamını aldık” demiştir. Bence bu ifadede Fatih’ten esinlenmiştir.
“Türklerin Truvalılardan geldiği iddiası tarihi bir safsatadır. Türkleri Avrupa medeniyetinin dışında göstermek için bazı Avrupalı tarihçilerce uydurulmuş bir yalandır”
Fatih’in “Truvalıların intikamını aldım” sözü tarihsel olarak ne anlama geliyor? Türkler gerçekten Truvalılardan mı geliyor? Fatih bu şekilde mi düşünüyordu? Atatürk’ün de Dumlupınar Zaferi sonrasında benzer bir söz söylediğini biliyoruz. Bu ilginç benzerliğin kaynağı nedir?
Türklerin Truvalılardan geldiği iddiası, aslında Avrupalı bazı tarihçilerin ortaya attığı bir safsatadır. Bu düşünce, İstanbul’un fethinden çok önce dolaşıma girmiştir. Ama bu iddiayı öne sürenler de aslında Türklerin Truvalı olmadığı gerçeğini bilirler. Bu söylemin amacı, Türklerin Avrupa kamuoyundaki imajını belirli bir kalıba sokmaktır.
Neden böyle bir safsata iddia ortaya atıyorlar?
Avrupa medeniyeti kendini Yunan ve Roma uygarlıklarının mirasçısı olarak görür. Bu bakışa göre, Yunan uygarlığının düşmanı olan Troya da Asya’da yer alır. Günümüzde Asya toprakları dediğimiz yer artık Anadolu ve Türkiye’dir. Dolayısıyla Türkleri, Troya’ya benzeterek bir tür simgesel mücadele yaratmaya çalışırlar. Bu söylem özellikle Rönesans döneminde ilgi görmüştür.
“Fatih Sultan Mehmed ve Mustafa Kemal Atatürk benzer şekilde zaferlerinden sonra ‘Truva’nın intikamını aldık’ demiştir. Bu siyasi ve sembolik bir mesajdır”
Peki, Fatih Sultan Mehmed ve Mustafa Kemal Atatürk neden benzer şekilde zaferlerinden sonra ‘Truva’nın intikamını aldık’ sözünü kullanıyorlar? Onlar da Türkleri Truvalılara bağlamıyorlar değil mi? Daha detaylı açıklar mısınız?
Fatih Sultan Mehmed de Mustafa Kemal Atatürk de bu iddianın tarihsel bir gerçeklik taşımadığını biliyordu. Ancak bu tür mitler sembolik anlamlar taşıyabilir. Örneğin Atatürk, Yunan işgaline karşı Dumlupınar Zaferi’nden sonra “Truva’nın intikamını aldık” diyerek bir mesaj vermek istemiştir. Bu, tarihsel bir bağlantıdan çok, sembolik bir göndermedir.
Fatih’in Mora Seferi de benzer bir anlam taşır. Yunan uygarlığının kalbine giderek, “Siz Troya’nın kalbine nasıl girdiyseniz, ben de şimdi sizin uygarlığınızın merkezine girdim” şeklinde sembolik bir mesaj vermiştir. Bu tür ifadeler, tarihsel bir köken ilişkisi değil; ideolojik ve siyasi mesajlar taşır.
Arada neredeyse 500 yıl olmasına rağmen hem Fatih’in hem Atatürk’ün bu benzer sözleri tarihsel bir tutarlılık gösteriyor diyebilir miyiz?
Evet, bu da bize şunu gösteriyor: Bazen Atatürk’ün güneş-dil teorisi ya da başka köken arayışları üzerinden dalga geçmek, Cumhuriyet devrimlerini küçümsemek için yapılan yorumlar aslında benzer şekilde Truva efsanesine de uygulanıyor. Oysa Atatürk’ün bu sözü, Anadolu’yu işgal eden Yunan kuvvetlerine karşı verilen bir mücadelenin sonucudur. Buradaki söylem, doğrudan tarihsel bir bağlantı kurmaktan çok, sembolik bir zaferin ifadesidir.
“Fatih hem Doğu’yu hem Batı’yı takip edebilen bir liderdi. Onu, diğer Müslüman hükümdarlardan ayıran en önemli özelliği Batı’yı çok iyi takip edebilmesidir”
Fatih’in yönetim anlayışının, Cumhuriyet’in kuruluşunda veya bugünkü devlet sistemine etkisi olmuş olabilir mi? Farklı dönemlerden bahsediyoruz ama tarihsel bir devamlılık ya da etki söz konusu olabilir mi?
15.yüzyıldaki bir yöneticinin doğrudan 21. yüzyıla hitap etmesi elbette anakronik olur. Ancak Fatih’ten alınabilecek bazı önemli dersler vardır. Bunların başında, dünyayı çok yönlü bir şekilde takip edebilmesi gelir. II. Mehmed hem doğuyu hem batıyı aynı anda takip edebilen bir hükümdardır.
Peki, Fatih, bir bazı kaynaklarda iddia edildiği gibi bir ‘Rönesans hükümdarı’ mıdır?
Hayır, Fatih’e bir “Rönesans hükümdarı” demek doğru olmayabilir çünkü Rönesans, Batı ve Güneybatı Avrupa’ya özgü bir dönemdir. Ancak kendi zamanında, Batı’daki en önemli üç hükümdardan biri olduğunu söyleyebiliriz. Belki de Macar ve Fransız krallarıyla birlikte dönemin en güçlü liderlerindendi. Doğu’da ise Hindistan ve Çin’i dışarıda bırakırsak, Müslüman dünyada en etkin hükümdarlardan biriydi.
Fatih’i dönemindeki Müslüman hükümdarlardan ayıran en önemli özellik neydi?
Fatih’i diğer Müslüman hükümdarlardan ayıran şey, Batı’yı çok iyi takip edebilmesidir. Sarayında Yunan ve İtalyan entelektüeller vardı. Sürekli elçiler, tüccarlar, mühendisler, ressamlar, bilim insanları gelir giderdi. Hatta İtalya’da bir casus ağı olduğundan da söz edilir. Bu bağlantılar sayesinde dünyadaki gelişmeleri yakından izleyebiliyordu.
Fatih’in bu kadar geniş bir bilgi ve haber ağına sahip olması ilginç. O dönemde nasıl bir sistem kurmuştu? İstihbarat ve iletişim açısından nasıl bir yapı vardı?
Biz 15. yüzyılı genelde kopuk bir çağ olarak görme eğilimindeyiz ama bu doğru değil. Evet, internet ya da sosyal medya yoktu ama insanlar farklı coğrafyalar arasında sürekli hareket halindeydi. O dönemde bir kişinin İstanbul’dan çıkıp İngiltere’ye gitmesi, bugünkü kadar karmaşık değildi; en azından vize problemi yoktu.
İstanbul’da ticaret kolonileri vardı. Cenevizliler, Venedikliler, Floransalılar gibi Avrupalı tüccarlar bu kolonilerde yaşar, haber getirirlerdi. Fatih, bu temsilciler aracılığıyla Avrupa’daki gelişmeleri öğreniyordu. Ordusunda Alman ve Macar mühendisler bulunuyordu. Sarayına gelen ressamlar, madalyon ustaları, haritacılar vardı.
Fatih’in çevresinde Yunan ve İtalyan kökenli danışmanlar vardı. Bu kişiler örneğin Yunanca haritaları Arapçaya çevirip Fatih’e sunuyordu. Bu bize o dönemki çok kültürlü saray yapısını da gösteriyor.
Doğu’dan da gelenler var mıydı?
Doğudan da birçok isim gelmişti. Örneğin Ali Kuşçu, Türkistan coğrafyasından gelerek Fatih’in sarayında yer aldı. İran’dan gelen ulema, şairler, edipler sarayda görev aldı. Fatih, sarayını bir bilgi merkezi haline getirmeye çalıştı.
Bu faaliyetler sadece genel kültür amaçlı değildi. Fatih, bu bilgi kaynaklarını siyasi amaçlarla da kullandı. Tüccarlar bile bir tür istihbarat elemanı gibi işlev görüyordu. Uçak, telefon, internet yoktu ama kervanlar, elçiler ve sürekli bir seyahat trafiği vardı. Ve tabii ki casusları da…
“Fatih Sultan Mehmed’in Avrupa’da önemi bir istihbarat ve bilgi ağı vardı”
Fatih’in istihbarat ve bilgi ağına dair örnekler verebilir misiniz?
İstanbul’un fethinden sonra bazı Hristiyan din adamları, halkı Fatih’le işbirliği yapmakla suçluyordu. Zira bazıları gerçekten Türk egemenliğini istemişti. Bu da içeride bir destek olduğunun göstergesiydi. Yani illa profesyonel bir istihbarat ağına gerek yoktu. Halkın bir kısmı Katolik egemenliğindense Osmanlı yönetimini tercih eder hâle gelmişti. “Katolik külahı görmektense Türk sarığını görürüz” sözü bunun göstergesidir.
Yine de Fatih’in Avrupa’da, özellikle İtalya’da bir istihbarat ağı olduğu görülüyor. Örneğin Rimini Senyoru’ndan bir düşünür ve bazı belgeler göndermesini istemiştir. Bu belgeler arasında İtalya haritaları ve “De Re Militeri” (Askerlik Sanatı) adlı eser de yer alıyordu. Ancak bu kişi daha sonra casusluk yaptığı iddiasıyla Venedikliler tarafından tutuklanmış ve eşyalarına el konmuştur.
Bu olaylar, Fatih’in sadece bir siyasi lider değil, aynı zamanda geniş çaplı stratejik düşünen bir komutan olduğunu gösteriyor. Böylece hem psikolojik bir savaş yürütüyor hem de karşı tarafın tepkilerini ölçüyordu. Fatih, sadece kendi planlarını değil, karşı tarafın algılarını da kontrol ediyordu.
“Fatih sadece stratejik planlar yapmıyor, karşı tarafın algılarını da sürekli kontrol ediyordu”
Fatih’in stratejik planlarına ya da karşı tarafın algılarını nasıl kontrol ettiğine dair örnekler verebilir misiniz?
Mesela Otranto Seferi buna örnektir. Otranto’nun fethinin zamanlamasının, Fatih’e Venedikliler tarafından bildirildiği iddia ediliyor. Yani bir anlamda Venedik, Fatih’i Otranto’yu fethetmesi için kışkırtmış olabilir. Venediklilerle uzun süren savaşlardan sonra yapılan ateşkesin ardından bu tür diplomatik oyunlar yaşanabiliyordu. Hatta bazı İtalyanlar, Venedik’i bu konuda suçlamaktadır.
Fatih, İtalya’nın coğrafyasına son derece hâkimdi. Bu da onun ne kadar korkutucu bir stratejik kapasiteye sahip olduğunu gösterir. Askeri stratejilerde coğrafya çok önemlidir. Bu hakimiyet, Fatih’in planlarında ne kadar ileri gittiğini ve potansiyel sefer alanlarını ne kadar iyi incelediğini ortaya koyar.
Fatih’in bilgi ağı çok güçlüydü. Bunu sadece dostları ya da diplomatlarla değil, ticaret ve istihbarat yollarıyla da sağlıyordu. Bu ağ, fetih stratejilerinin temelini oluşturuyordu.
Fatih ile Hun İmparatoru Attila arasında tarihsel bir bağlantı kurulabilir mi? Attila’nın Roma’yı almaması ya da yazdığı mektuplar gibi olaylar üzerinden bir benzerlik var mı?
Fatih’le ilgili böyle bir bağ görmedim. Ama Atatürk’le Attila arasında dolaylı bir bağlantı var. Atatürk, Attila’yla ilgili yazılmış metinleri biliyordu. Hatta Nutuk’ta buna doğrudan değinir. Örneğin, Sakallı Nurettin Paşa ile arasında geçen bir olayda, Nurettin Paşa kendi soylu ailesinden söz ederken, Atatürk ona Attila’nın Bizans elçilerine verdiği cevabı hatırlatarak, “Ben soylu bir aileden değil, soylu bir milletin evladıyım” der. Bu tavır, millet vurgusunun bireysel soydan üstün tutulduğunun göstergesidir.
Bu anlayış, “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünün arkasındaki felsefeye de yakın duruyor değil mi?
Evet, bu sözle bağlantılı olabilecek bir felsefe diyebiliriz. Nutuk’ta doğrudan geçmese de Atatürk’ün bu mantığı Attila’nın Bizans elçilerine verdiği yanıtla örtüşüyor. Bu da onun tarihsel bilince ne kadar önem verdiğini gösteriyor.
“Fatih döneminde Türkleri dışlamaya yönelik bir politika yoktu ama Türklük de imparatorluğun merkezine yerleştirilmedi”
Fatih döneminde Çandarlı ailesi gibi bazı ailelerin tasfiye edilmesinin nedeni neydi? Bu dışlamanın siyasi-idari ya da etnik sebepleri var mıydı? Örneğin bazı kaynaklarda iddia edildiği gibi Türklükle ilgili bir gerekçesi var mıydı? Buradan yeniden Türkler sürekli dışlandı Osmanlı’da iddialarını da değerlendirir misiniz?
Fatih döneminde Türkleri dışlamaya yönelik bir politika yoktu ama Türklük de imparatorluğun merkezine yerleştirilmedi. Hanedan, Türkçe konuşuyordu ve soyunu Kayı Han üzerinden Oğuz Han’a bağlamak istiyordu. Ancak bu bağ, daha çok kurucu mitos niteliğindedir. Gerçekte Oğuz Han’dan geldiklerini DNA testiyle kanıtlamak mümkün değil.
Timur’un Yıldırım Bayezid’e “Sen sıradan bir kayıkçı Türkmen’in soyundansın” demesi bu bağlamda ilginçtir. Timur, onun Türklüğünü inkâr etmiyor ama kökenini küçümsüyor. Yani bu tartışmaların kökü derindir. Anadolu’da Kayılar vardı ve belki gerçekten Kayı soyundan geliyor olabilirler. Ama elimizde bunu kanıtlayacak yeterli veri yok.
Bu tür konular sosyal medyada özellikle gençleri manipüle etmek için tek cümlelik, bağlamdan kopuk yorumlarla kullanılıyor. Örneğin Fatih’in Türkleri sevmediği, Çandarlıların kahraman olduğu gibi iddialar ortaya atılıyor. Bu nedenle konunun uzmanları tarafından açıklığa kavuşturulması önemli. Sorunuz bu bağlamda da önemli, teşekkür ediyorum.
Çandarlı ailesinin dışlanma nedeni neydi onu da açıklar mısınız?
Çandarlı ailesiyle ilgili olarak öncelikle şunu söylemek daha doğru olur: Fatih, sadece Çandarlı ailesini değil, Bizans yönetici hanedanlarını da tasfiye etti. Çandarlı ailesine özel bir düşmanlığı yoktu, ama Çandarlı Halil Paşa’ya kişisel bir husumeti vardı. Halil Paşa, Bizans elçileriyle temas kuruyor ve hediyeleşmeler gerçekleşiyor. Bu o dönemin diplomatik normlarına uygundur. Zira Fatih’in kendisi de elçilerine hediye gönderiyordu. Buna “rüşvet” demek doğru olmaz.
Çandarlı Halil Paşa, İstanbul’un fethinden vazgeçirmeye mi çalıştı? Eğer öyleyse bu gizliden Bizans’a çalışmak, bir ihanet sebebiyle miydi? Bazı kaynaklar bu nedenle Fatih’in ona düşman olduğunu iddia ediyor?
Bence öyle bir niyeti yoktu ama çok büyük bir risk olarak görüyordu. Belki Bizans’tan bazı bilgiler almış olabilir ama doğrudan bir casusluk faaliyeti olduğu kanaatinde değilim. Fatih’in kendisi onu “çalışamayacağım biri” olarak görmüş olabilir.
“Fatih’in, Çandarlı Halil Paşa’ya küçüklükten gelen kişisel bir husumeti vardı. Fatih’i küçükken tahttan indiren, Yeniçeri isyanını hazırlayan ve babasının yeniden tahta geçmesi için mektup yazdıran Çandarlı idi”
Yani bir ihanetten ziyade, padişahın güvenmediği biri olarak mı gördü?
Evet. Yani bunu tam anlamıyla “ihanet” olarak nitelendirmek zor. Ancak Fatih için kişisel olarak bir kırgınlık olabilir. Çünkü II. Mehmed çocukken tahta çıkmıştı ve tahttan indirilmesini organize eden kişi de Çandarlı Halil Paşa’ydı. Yeniçerileri örgütleyip isyan ettirdi. Bu isyan sonrası Fatih, babasını tekrar tahta çağırmak zorunda kaldı. Dolayısıyla İstanbul’un fethindeki durumu ne olursa olsun, geçmişteki bu olay Fatih’in zihninde etkili olmuş olabilir.
Yani, meşhur “babaya mektup” olayının zeminini hazırlayan kişi aslında Çandarlı Halil Paşa mı?
Evet, o mektubu yazdıranın Çandarlı Halil olduğu da iddia ediliyor. Fatih’in adeta kendi fikriymiş gibi sunulan, “orduların başına geçin” önerisi bile onun yönlendirmesiyle ortaya çıkmış olabilir. Bu durum Fatih gibi gururlu, zaman zaman kibirli bir hükümdarın gururuna dokunabilecek bir meseledir. Düşünün, çocukken sizi mektup yazmaya zorlayan birini yıllar sonra idam ettiriyorsunuz. Bu, Fatih gibi bir karakterin kolay hazmedebileceği bir şey değildir.
Çandarlı ailesi, uzun zamandır yönetimde etkiliydi değil mi? Halil Paşa’nın idamıyla bu etki tamamen bitti mi?
Çandarlı ailesi, Osmanlı devletinin en eski ve etkili ailelerinden biriydi. Halil Paşa’nın idamından sonra da aile tamamen yok olmadı. II. Bayezid döneminde Çandarlı ailesinden biri tekrar veziriazamlığa getirildi. Ancak daha sonra aile İznik’e yerleşti ve orada önde gelen ailelerden biri hâline geldi. Bugün tanınan Cengiz Çandar da bu aileye mensuptur.
Yani İznik’e yerleşip oradan da çıkmamışlar diyebilir miyiz?
Evet, Cumhuriyet dönemine kadar İznik’ten pek çıkmadılar. Halil Paşa’nın idamı ve ailenin mallarına el konulması, onları derinden etkilemişti.
Peki Fatih, İstanbul’u fethederken acaba bir tedirginlik oldu mu? Avrupa’nın birleşip Osmanlı’ya karşı sefer düzenlemesi gibi bir risk Fatih’in zihninde var mıydı?
Kesinlikle bu tür hesaplamalar yapıldığını düşünebiliriz. Tıpkı 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nda olduğu gibi, alınan kararların uluslararası tepkileri hesaba katılıyor olabilir. Avrupa’dan gelebilecek olası bir Haçlı saldırısı ihtimali, fetih kararının zorluklarını artırmıştır. Bu stratejik kaygılar Fatih için çok önemliydi.

Fotoğraf 2: © Kamu Politikası, Devlet Yönetimi ve Toplumsal Gelişim Merkezi (KAPDEM), 2025. Tüm telif hakları saklıdır.
“Fatih Sultan Mehmed, Türkiye’de hem sağ hem sol çevrelerin sahiplendiği ender tarihî figürlerden biridir”
Fatih Sultan Mehmed bugün Türk solu ve Türk sağı tarafından nasıl değerlendiriliyor? Bu bakış açıları sizce doğru mu?
Fatih Sultan Mehmed, Türkiye’de hem sağ hem sol çevrelerin sahiplendiği ender tarihî figürlerden biridir. Türk solu, Fatih’i ilerici bir hükümdar olarak görür. Osmanlı’daki hoşgörü ortamının kurucusu olduğunu düşünürler. Bu konuda örnek olarak Bülent Ecevit’in 1995 yılında kaleme aldığı “Fatih, Bizi Affet!” başlıklı yazı verilebilir. Bu yazı, 6-7 Eylül olaylarının ardından kaleme alınmıştı. Ecevit, İstanbul’da bir arada yaşam kültürünü inşa eden Fatih’in mirasına yapılan bu haksızlıktan dolayı duyduğu üzüntüyü ifade ediyordu.
Türk sağına gelirsek, özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ü ve devrimlerini içselleştiremeyen kesimler, Fatih’i alternatif bir kurucu figür olarak konumlandırıyorlar. Bu, Fatih’in tarihi rolünü anlamaktan ziyade, Atatürk ve Cumhuriyet değerlerini küçültmeye yönelik bir ideolojik pozisyon. Ancak bu bana göre tarihî şahsiyetlere haksızlık etmek anlamına gelir. Zira Fatih, İstanbul’un fethiyle nasıl bir meşruiyet sağladıysa, Atatürk de milli mücadeleyle benzer bir tarihsel meşruiyet kurmuştur.
Burada mesela Harf İnkılabı gibi reformların kabulü de bu meşruiyetle bağlantılı değil mi?
Kesinlikle öyle. Harf İnkılabı bana göre büyük bir başarıdır. Atatürk’ün bu reformu il il dolaşarak halka anlatması, doğrudan onun kurucu kimliğinden güç alır. Çünkü halk, Çanakkale ve Millî Mücadele kahramanına inanmıştı. Eğer bu reformları başkası yapmaya kalksaydı, muhtemelen bu kadar kısa sürede kabul görmezdi.
“Fatih’i takdir etmeliyiz, ancak onu överken Millî Mücadeleyi ve Atatürk’ü küçümsemek doğru değil. Türk sağının bazı kesimleri Fatih’i anlamaktan çok, bu yaklaşımla sahipleniyor, bunu terk etmeliler”
Osmanlı döneminde de okuma oranı zaten çok düşüktü değil mi?
Evet, doğru. Bu oranlar harf inkılabının önemini daha da artırıyor. Ayrıca, “dedemin mezarını okuyamıyorum” eleştirileri de anakronik. Çünkü pek çok kişi zaten eski yazıyı okuyamıyordu. Orhun Yazıtlarını da okuyamıyoruz ama bu, dil devriminin hatası değil. Fatih’i elbette takdir etmeliyiz. Ancak onu överken Millî Mücadeleyi ve Atatürk’ü küçümsemek bana doğru gelmiyor. Umarım Türk sağının bazı kesimleri bu yaklaşımı terk eder.
Bülent Ecevit’in “Fatih, Bizi Affet!” adlı makalesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu makalenin yazıldığı dönem çok önemli. Ecevit, 9 Eylül 1955’te, 6-7 Eylül Olayları’nın hemen ardından bu yazıyı kaleme alıyor. O dönemde İstanbul’da gayrimüslim vatandaşlara yönelik çok çirkin olaylar yaşanıyor. Tecavüz, cinayet gibi olaylar söz konusu ve bir devlet operasyonu olduğu iddiaları da var. Ecevit bu utanç verici hadiselerin ardından şöyle düşünüyor: “İstanbul’u farklı toplumların birlikte yaşayabildiği bir şehir hâline getiren bir hükümdarın torunları olarak biz nasıl böyle bir şey yaptık?” Yazının özeti bu aslında: “Affet bizi Fatih.”
Fatih’in İstanbul’u fethettikten sonra yağmayı ilk gün durdurduğu bilinir. Gayrimüslimlerin mallarını ve canlarını koruyan bir yönetim anlayışı vardı. İstanbul’u başkent yaparak onu evrensel bir merkez hâline getirmek istiyordu. Ayrıca Fatih’in ölümünden hemen sonra gayrimüslimlere yönelik saldırılar artmıştı. Ecevit de bu tarihsel vizyona bakarak, Fatih’in torunlarının bu şekilde davranmasının büyük bir utanç kaynağı olduğunu vurguluyor.
Sizce Fatih, 6-7 Eylül Olayları’nı görse bu çatışmaya nasıl bakardı? Onun farklı etnik ve dini kimliklere sahip çıkması hoşgörü müydü yoksa yeni imparatorluk vizyonu muydu? Üç günlük fetihten sonraki yağma hakkını durdurmasının tepkilere neden olduğunu da biliyoruz.
Fatih’in halkı arasında böyle bir çatışmaya göz yumacağını zannetmiyorum. Hümanist olduğu için mi? Belki kısmen. Ama daha çok, İstanbul’a ve düzenine zarar gelmesini istemediği için. Tabii bu, onun tamamen “insan hakları savunucusu” olduğu anlamına gelmiyor. Nitekim çok sinirlendiği bir anda üç bin kişinin kellesini aldığı da biliniyor. Sonuçta orta çağ hükümdarıydı. Ama farklı toplulukların zarar görmeden bir arada yaşamasını isterdi diyebiliriz.
Solun da Fatih’e hoşgörüsü, ilericiliği ve farklı kimliklere yaşam hakkı tanıması gibi konular nedeniyle sahip çıktığını söylediniz. Bazı tarihçiler, özellikle kendilerini sol cenahta gibi sunan bazı kişiler, sadece kardeş katli meselesine odaklanıp Fatih’i neredeyse bir cani gibi gösteriyorlar. Bu sol görüşü temsil ediyor mu sizce?
Tarih yazımı doğası gereği ideolojiktir. Hem sağ hem sol için bu geçerlidir. Solun içinde de fraksiyonlar vardır. Örneğin merkez sol (Ecevitçi çizgi) ile daha radikal sosyalist çizgi Fatih’e farklı yaklaşabilir. Bazı solcular Fatih’i ilerici, kültürel ve sanatsal anlamda gelişime açık bir figür olarak sahiplenir. Çünkü sol düşünce ilerlemeyi önemser. Fatih de 15. yüzyıl için ileriye bakan bir hükümdar olarak görülür.
Öte yandan sağ için Fatih, Türk geleneklerini temsil eden bir figürdür. Atatürk’ün reformlarının geçmişle bağı kopardığını düşünen bazı sağcı çevreler, Fatih’i alternatif bir kurucu lider olarak görür. Oysa bu iki figürü birbirine rakip göstermek tarihsel açıdan da politik açıdan da sağlıklı değildir. Fatih ya da Alparslan gibi figürlere bugünkü tartışmaları taşırsak, bu onların tarihsel bağlamını anlamamak olur. Alparslan’a bugünkü siyasi tartışmaları anlatsanız muhtemelen sizi ciddiye bile almazdı.
“Türkiye’de milliyetçiler, ülkücüler, Türkçüler ve İslamcıların Fatih’e bakış açılarından farklılıklar var. Ancak, siyasi olarak ülkücülerin ve İslamcıların yaklaşımda son dönemde örtüşme olduğundan söz edebiliriz”
Türk milliyetçileri, ülkücüler ve İslamcılar Fatih’e aynı gözle mi bakıyorlar? Yoksa aralarında farklar var mı?
Evet, kesinlikle farklar var. Ancak bugün ülkücülerin artık İslamcılardan çok farklı bir tarih bakış açısına sahip olduklarını zannetmiyorum. Zamanla bu iki çizgi birbirine yaklaşmış durumda.
Kısaca özetler misiniz: Milliyetçiler ve İslamcılar Fatih’e nasıl bakıyorlardı? Bu iki grubun algısı zamanla nasıl örtüştü? Farklı bakanlar nasıl bakıyor yine de?
Milliyetçiler de İslamcılar da Fatih Sultan Mehmed’e olumlu bakıyorlar. Kardeş katli gibi konularda bile pek olumsuz bir tavırları yok. Fakat bakışlarındaki temel vurgu farklı. Milliyetçiler için Fatih, Türk milli kimliğini şekillendiren bir figür. Onlar Fatih’i Türklük üzerinden tanımlarlar; Türk Cihan Hâkimiyeti idealinin bir parçası olarak görürler. İslamcılar ise onu bir Müslüman lider, dini önder olarak değerlendirir.
Milliyetçi, ülkücü ya da Türkçü ifadeleri Türkiye’de siyasi olarak çok farklı anlamlara gelebilmektedir. Takipçileri de kendilerini farklı tanımlayabilmektedir. Bu nedenle daha öznel olarak tekrar ederek de sormak istiyoruz. Nihal Atsız ve diğer Türkçüler Fatih’e nasıl yaklaşıyordu? Daha sonra Türk-İslam sentezi yapan ülkücüler nasıl bakmaya başladı?
Türkçüler, II. Mehmed’e genel olarak olumlu bakarlar. Onun kültüre, sanata ve bilgiye olan ilgisini takdir ederler. İstanbul’un fethini “çağ açıp çağ kapatan” büyük bir olay olarak değerlendirirler.
İslamcılar ise İstanbul’un fethini Hz. Muhammed’in hadisiyle ilişkilendirir: “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, fetheden ordu ne güzel ordudur” Bu nedenle Fatih’i “peygamberin övdüğü kişi” olarak sahiplenirler. Milliyetçiler İslami yönünü reddetmez ama daha çok Türklük temelli bir okumayla Fatih’i yorumlarlar. Ülkücüler ise bu ikisi arasında değişen eğilimlere sahipler ama onlar da siyasi bir hareketin de parçası olarak görüldükleri için ayrışmalar çoğaldı, hatta eski ve yeni nesil ülkücüler gibi bakış açıları çeşitlendi diyebiliriz.
Peki, bu hadis sahih mi? Yoksa bazı iddialarda söylendiği gibi Emeviler tarafından uydurulmuş olabilir mi?
Ben bu konuda Diyanet İşleri’nin ve bazı ilahiyatçıların yorumlarına baktım. Bu hadis uydurma olmayabilir ama çok kuvvetli de değil. “Zayıf değil ama çok kuvvetli de değil” diyebileceğimiz orta kuvvetli hadislerden biri. Emeviler tarafından uydurulduğunu net olarak söyleyemeyiz.
“Türk ve Bozkır toplumlarında yöneticilik hakkı birkaç soya ait kabul edilirdi. O nedenle ‘kutlu soy’ ve o soylardan birisine dahil olmak meşruiyet ve hakimiyetine rıza üretmek adına çok önemliydi”
Son olarak Türklük konularından da bahsetmişken, daha önce Oğuzname geleneğinden bahsetmiştiniz, bunu biraz açabilir misiniz?
Anadolu’da zaten var olan bir Oğuzname geleneğimiz bulunuyor. Fakat Osmanlı hanedanı tarafından bu geleneğin teşvik edilmesi II. Murat döneminde başlıyor. O dönemlerde II. Murat hâlâ Timur’un oğlu Şahruh’un Anadolu’ya geleceğinden korkuyor. Timur ise Cengiz Han’ın mirasçısı kabul ediliyor. Türk ve Bozkır toplumlarında yöneticilik hakkı olan birkaç soy vardır: Aşina ailesi, Hunların Tuku boyu gibi… Cengiz Han’ın soyundan gelenler kutlu kabul edilir.
Eğer Osmanlı hanedanı sona erseydi, Cengiz Han torunlarını Kırım’dan getirip tahta oturtmak gibi bir düşünce bile vardı. Bu “kutlu soy” anlayışı çok güçlüydü.
İşte bu noktada diğer bir önemli soy Oğuzlar. Oğuz Han soyundan gelen bir çizgi var. Sadece Oğuz Türkçesi konuşanlar değil, Uygurlar da Oğuz Han destanlarını benimsemiş. II. Murat ve çevresi de meşruiyet arayışını bu geleneğe dayandırıyor. Bu süreç II. Mehmed ve II. Bayezid dönemlerinde de devam ediyor.
Bu yaklaşımı Osman, Orhan ve I. Murat dönemlerinde çok fazla göremiyoruz, değil mi?
Evet, tarihsel kaynaklarımız o dönem için oldukça yetersiz. O yüzden kesin bir şey söyleyemiyoruz ama ellerimizde yeterli veri yok.
O dönemde böyle bir ihtiyaç ya da mecburiyet hissetmemişlerdir denilebilir mi?
Olabilir. Mesela Ahmet Emin’in “İskendername”sinde geçiyor mu, şimdi tam hatırlamıyorum. Ama Timur’un “Sen Türkmensin” dediği bir ifade var. Ayrıca başka bir çalışmamda da belirttiğim gibi, akademisyen Necati Demir’e göre II. Murat döneminde Türklüğe ve Türkçeye karşı ciddi bir ilgi var. Yani sadece Oğuz geleneği değil, Türklük ve Türkçe’ye yönelik bir teşvik söz konusu. Hatta bazı faaliyetlerin “Türkçülük” kapsamında değerlendirilebileceğini söylüyor.
Ancak ben “Türkçülük” ifadesini kullanırken dikkatli olunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Türkçülük, modern milliyetçilikle beraber anlam kazanan bir kavram. Dolayısıyla geçmişe bugünkü gözle bakarak Türkçülük demek çok sağlıklı olmayabilir. Ama o dönemde Türk kimliğine ve Türkçeye yönelik ilgi olduğunu inkâr edemeyiz.
Bir de Selçukname hikayesi var II. Murat döneminde? Bu da Osmanlı ailesini soylu bir Oğuz soyuna bağlamak için sizce?
Evet, II. Murat, Yazıcızade Ali’ye bir “Selçukname” yazdırıyor. Bu eser Anadolu Selçuklularını anlatan bir silsileden oluşuyor. Ancak orijinal metinde olmayan bir bölüm daha ekleniyor. Bu eklemeye göre, Oğuz boyları toplanıp töre gereği büyük bir kurultay düzenliyor ve Osman Bey’i Han seçiyorlar. Bu kurgusal bir tarih yazımı da olabilir. II. Murat ya bu yazının yazılmasını istemiştir ya da yazıldıktan sonra buna onay vermiştir. Her halükârda bu, bir meşruiyet arayışı olarak karşımıza çıkıyor.
Bu, aynı zamanda diğer beyliklerin Osmanlı’nın üstünlüğünü kabul etmesi anlamına da geliyor ya da Timur’un soyuna karşı bir üstünlük iddiası taşınıyor.
Orada Selçuklu Devleti’ni dışlama amacı da mı var bir algı yaratarak?
Aynı eserde Oğuz boylarının sağ ve sol teşkilatlanmasından da söz ediliyor. Oğuz Beylerinden Kayı Han sağ kolun beyi olarak gösteriliyor. Sağ taraf Türklerde kutsaldır ve sağ kolun başındaki bey yönetme hakkına sahiptir. Osmanlılar da Kayı Han’a dayandıkları için, kendilerini bu kutsal yönetim hakkının doğal sahibi olarak konumlandırıyorlar. Selçuklu ailesi ise Kınık boyuna mensup olup sol kolda yer aldığı için daha geri planda sayılıyor. Bu bağlamda doğrudan “Biz Selçuklulardan üstünüz” anlayışı var. Soyumuz köklü ve Türkler arasındaki yönetim hakkı Kayı Han’a ve Oğuz Han’a aittir. Biz de bu soydan geliyoruz düşüncesi var.
Fatih Sultan Mehmed de kendi kanunnamesinde bu geleneği sürdürüyor. Oğuz töresindeki “Orun” ve “Ülüş” sistemini uygulamaya koyuyor.
“Fatih döneminde Oğuz töresindeki ‘Orun’ ve ‘Ülüş’ sistemi yönetimde yeni mekanizmalarla yeniden uygulamaya konuluyor”
Orun ve Ülüş nedir?
Basitçe açıklayayım: Oğuz Han, çevresindeki beyleri ve oğullarını savaşlardaki başarıları ve günlük yaşamdaki davranışlarına göre sıralıyor. Birinci sıraya oturan kişi, hayvanın en iyi parçasını yiyor. Bu, görevler arasında hiyerarşiyi gösteriyor. Fatih bunu farklı bir biçimde sürdürerek devlet adamlarının oturma düzenini, yetki dağılımını ve sofradaki yerlerini bu sıralamaya göre düzenliyor. Yani bu sistem 15. yüzyıla taşınmış bir Oğuz töresi uygulamasıdır.
Yani bireylerin liyakatinden ziyade, artık makamların kendisine bir güç atfediliyor?
Evet ama bu makam sıralaması da yine Oğuz töresine göre belirleniyor. Bence bu sıralama da Oğuzname’ye bakılarak yapılıyor. Hatta bu konuda sadece ben böyle düşünüyor değilim, bu konuda uzman Bahattin Hoca da aynı görüşte.
Peki Oğuzname’nin yazdırılma sebepleri neydi?
II.Murat tarihe ilgi duyan bir padişahtı. Oğuznameler zaten 10. ve 11. yüzyıllardan itibaren vardı. II. Murat, Farsça olan Selçukname’yi Türkçeye çevirtti. Arapça ve Farsça metinlerin Türkçeye çevrilmesini teşvik etti. Yazarları maddi olarak destekledi, adeta bugünkü araştırma bursu gibi. Selçukname’nin içinde Oğuzname parçaları da yer alıyor. Ancak bazı bölümler orijinal metinlerde yok, sonradan eklenmiş. Ben bu eklemelerin sarayın siyasi meşruiyetini güçlendirme amacıyla yapılmış olduğunu düşünüyorum.
Bu tarih anlatısı ve metinleri saray mı yazdırıyor?
Evet, saray yazdırıyor. Ya da zaten yazılmış olan metinlere “Bu uygundur” diyerek onay veriyor, izin veriyor. Saray tarih yazımında başlangıç noktası olarak Oğuz Han’ı kabul ediyor.
Sayın Magemizoğlu, “İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti” kitabınız çerçevesinde sorularımıza zaman ayırıp yanıt verdiğiniz ve bu değerli röportaj için çok teşekkür ederiz. Okurlarımız için de hem tarihsel hem güncel tartışmalara ışık tutan ufuk açıcı bir söyleşi oldu.
Ben teşekkür ederim. Bu söyleşinin II. Mehmed ve dönemiyle ilgili tarihsel meselelerin ve bu meselelerin günümüze yansımalarını tartışmaya vesile olmasını son derece değerli buluyorum. Sizlere de çalışmalarınızda başarılar dilerim.
[1]“Gizem Magemizoğlu ile Röportaj: Bölüm 1: İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti,” Kamu Politikası, Devlet Yönetimi ve Toplumsal Gelişim Merkezi (KAPDEM), 26 Ağustos 2025: https://kapdem.org/gizem-magemizoglu-ile-roportaj-bolum-1/
