Gizem Magemizoğlu ile Röportaj: Bölüm 1:İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti

Yazar: KAPDEM

Fotoğraf 1: © Kamu Politikası, Devlet Yönetimi ve Toplumsal Gelişim Merkezi (KAPDEM), 2025. Tüm telif hakları saklıdır.

Kamu Politikası, Devlet Yönetimi ve Toplumsal Gelişim Merkezi (KAPDEM) olarak, araştırmacı yazar Gizem Magemizoğlu ile kaleme aldığı “İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti” kitabı üzerine bir önemli bir söyleşi gerçekleştirdik. Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli padişahlarından birisi olan II. Mehmed, İstanbul’u fethederek dünya tarihine damga vuran bir dönüm noktasının mimarı olmuş, bu fetih ile ‘Fatih Sultan Mehmed’ adını alarak ‘çağ açıp çağ kapatan,’ Osmanlı’yı gerçek bir imparatorluk haline getiren büyük bir lider olarak tarihe adını yazdırmıştır. Fatih Sultan Mehmed sadece fetihleri ile değil, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaptığı önemli reformlar, oluşturduğu nizamlar ve gerçekleştirdiği değişimler ile de her alanda öncü, kurucu ve örnek bir imparator olarak öne çıkmıştır. Fatih Sultan Mehmed hem Osmanlı tarihinde hem Türk tarihinde hem de dünya tarihinde hayatı, liderlik vasıfları, fetihleri, her alanda yaptıkları ve öncülük ettiği değişimler ile çok özel bir öneme ve müstesna bir yere sahiptir. Fatih Sultan Mehmed’in liderlik özellikleri ve tüm yaptıkları kendisinden sonra gelen pek çok lidere de örnek olmuş, ilham vermiş; devlet yönetimleri, sivil ve askeri idareler ve kamu yönetimi sistemleri üzerine de önemli etkiler yapmıştır.
Araştırmacı yazar Gizem Magemizoğlu’nun Fatih Sultan Mehmed üzerine yaptığı detaylı çalışmaları derlediği kitabı hem tarihi gerçekler hem de yönetim stratejileri bağlamında bir yandan o döneme ışık tutarken bir yandan da günümüze dair önemli dersler içeriyor. Bu bağlamda, KAPDEM olarak Gizem Magemizoğlu ile yaptığımız röportajda, Osmanlı padişahı II. Mehmet’in kamusal imajını, siyasi vizyonunu, devlet yönetiminde uyguladığı stratejileri, onun bir imparatora yükselişini ve genel olarak Osmanlı Devleti’ne kattığı imparatorluk anlayışını derinlemesine ele aldık. Günümüzde ulus devletlerin daha merkezi ve otoriter idarelere geçme stratejileri, bazı devletlerin ‘imparatorluk,’ siyasi liderlerin ‘imparator’ gibi davranma eğilimleri ile eski dönemin ‘imparatorluk’ anlayışları arasındaki ilişkileri, benzerlik ve farkları sorguladık. Fatih imgesi ve imparatorluk anlayışları üzerinden ulus devletlerin geleceğini ele aldık. Böylece hem geçmişe ışık tutan hem de Fatih Sultan Mehmed’den günümüze uzanan ve bugünkü önemli gelişmeleri de irdelediğimiz iki bölümlük kapsamlı bir sohbet ortaya çıktı.
Röportajın bu ilk bölümünde, doğrudan “İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti” kitabının içeriğine odaklanarak Osmanlı devlet geleneği, yönetim pratikleri, devletin kurumsallaşma süreci ve tarihsel bağlamda modern dünyada imparatorluk kavramı ve Fatih Sultan Mehmet’in kamusal imajı üzerine yoğunlaştık.
İkinci bölümde ise kitaptan yola çıkarak bugünün siyasi, idari ve sosyal konularını ele aldık. Bu bağlamda, imparatorluk düşüncesinin/tartışmalarının günümüze uzanan yansımalarını, Osmanlı Devleti yönetim mirasının modern Türkiye Cumhuriyeti devletine ve uluslararası siyasetteki güncel tartışmalara etkilerini değerlendirdik.
Gizem Magemizoğlu, araştırmacı ve yazar olarak özellikle tarihi konularda önemli araştırmalar yapmakta ve yazılar kaleme almaktadır. “İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti” kitabı dışında pek çok yazı ve makalesi bulunmaktadır. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yönetim Bilimleri Ana Bilim Dalı’nda doktora öğrenimine devam etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisadi ve mali tarihi, bağımlılık ilişkileri, genel devlet teorisi ve bozkır toplumlarında devlet olgusu gibi konular üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.

Gizem Magemizoğlu ile Röportaj: Bölüm 1:

İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti

Röportajın Özeti:

“Sıkça dile getirilen “ulus devlet dönemi bitti” gibi yorumlara katılmıyorum. Ulus devletler hâlâ önemli ve imparatorluk kavramına karşı bir direnç gösteriyorlar. 20. yüzyıl başında olumsuz anlamlar içeren imparatorluk kavramı, bugün daha cazip hale geldi diyebiliriz.”

“Hunlar M.Ö. 321 gibi erken bir tarihte tarih sahnesine çıkmışlardır. O dönemde bugünkü Avrupa’yı şekillendiren ulusların izleri dahi yokken, Türklerin yönetim pratiği oluşmaya başlamıştır.”

“Yine güvenilir bazı kaynaklara göre Fatih, kendisi hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Sezar ve Hannibal benim yanımda bir hiçtir. Ben dünyadaki tüm Hristiyanları egemenliğim altına alabilirim.”

“II. Mehmet seleflerinden birçok kurumsal yapı ve uygulamayı devraldı. Bu nedenle doğrudan devletin kurucusu sayılmaz. Ancak devleti imparatorluğa dönüştüren kişi kesinlikle odur.”

Fatih’in en büyük “cihangirlik” projesi İstanbul’un fethidir. Bu fetihle birlikte Roma-Bizans mirasını da sahiplendi. Bu, özellikle Avrupa’daki rakiplerine ve müttefiklerine yönelik bir mesajdır: “Roma mirasının gerçek sahibi benim.”

“Fatih sadece retorikte değil, sahada da cihangir bir hükümdardı. Belgrad kuşatmasında neredeyse birebir çarpışmalara katıldığı, kılıçla savaştığı, hatta yaralandığı bile anlatılır”

“Osmanlı’daki bu din temelli ayrımı yalnızca hoşgörüyle açıklayamayız. İslam, özellikle ehl-i kitap dediğimiz topluluklarla ilişkileri hukuki bir zemine oturtan bir yapıya sahiptir. Fatih de bu hukuki temeli daha kurumsal bir hale getirmiştir.”

“Bozkır geleneğinde de hanedana mensup erkeklerin yönetim hakkı vardı. Amcaların, yeğenlerin de tahta geçme hakkı bulunuyordu. Kardeşini öldürenler elbette olmuştur ama bu olaylar Osmanlı’daki gibi sistematik bir hal almamıştır. II. Mehmet döneminde ise kardeş katli kanunnameye girerek kurumsallaşmıştır.”

“Nizam-ı Âlem için kardeş katli caizdir. Bu sistemin sonraki şehzadeleri isyana zorladığı söylenebilir çünkü hayatta kalmak için tek yolları isyan etmek oluyordu. Nitekim bu uygulamanın Fatih’in ölümünden sonra Bayezid ile Cem arasında çatışma, Yavuz Sultan Selim’in kardeşlerini öldürmesi, Kanuni’nin oğullarını ve torunlarını katletmesi gibi sonuçları olmuştur.”

“Özellikle 17. yüzyılda devletin kurumsallaşması anlayışı iyiden iyiye belirginleşiyor. Devlet öyle güçlü ve kurumsal bir yapıya dönüşmüş ki, bireyin yani padişahın ya da tek tek kişilerin önemi ikinci planda kalmış gibi görünüyor.”

“İstanbul da teslim olmadığı için, “Kılıç Hakkı” ile alınmış sayıldı ve Ayasofya camiye çevrildi. Ayasofya, uzun süre İstanbul’un en büyük camisi olarak kaldı. II. Mehmet, içerideki mozaikleri kırdırmamış, yalnızca sıva ile kapattırmıştır. Bu da onun önceki kültüre duyduğu saygının bir göstergesidir.”

II. Mehmet’in Hristiyanlığa saygı duyduğunu düşünüyorum… Bu hem kültürel bir saygı hem de yönetimsel bir zorunluluk olarak değerlendirilebilir. Yani bu hoşgörü, aynı zamanda bir yönetim pratiği.”

“İstanbul’a yalnızca Türk-Müslüman değil, Rumlar, Ermeniler gibi farklı halklar da yerleştirildi…İstanbul’un Müslüman bir şehir haline gelmesi II. Mehmet döneminde oldu bunu söyleyebiliriz ama şehri sadece Müslümanlara özgü bir yer olarak görmedi.”

“Fatih, kendisini Roma İmparatorluğu’nun varisi olarak görüyordu. Roma üzerine bir hak iddiası vardı ve bu, onun “Kızıl Elma” hedefini oluşturuyordu: Roma’yı fethetmek.”

“İstanbul fethedildiği anda, şehirde bulunan ve bir dönem Bizans’a sığınmış olan Şehzade Orhan hemen bulunup öldürtülüyor… Osmanlı Hanedanı’ndan gelen, taht üzerinde hak iddia edebilecek olan her türlü ihtimali ortadan kaldırıyor.”

“II. Mehmet’in “kâfir” anlayışını veya gaza–cihat söylemini yalnızca dini motivasyonla değil, iç muhalefeti bastırmak amacıyla da kullandığını düşünüyorum.”

“Roma İmparatorluğu’nun kızını aldım -yani İstanbul’u- şimdi anasını almaya gidiyorum: Roma’yı.”

Senin Roma İmparatorluğu’nun meşruiyetine sahip olmak için ihtiyacın olan tek şey bir damla vaftiz suyu…

Bültenimize Abone Olun

Röportajın Tam Metni:

Gizem Magemizoğlu ile Röportaj: Bölüm 1:

İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti

Kamu Politikası, Devlet Yönetimi ve Toplumsal Gelişim Merkezi (KAPDEM) olarak röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Sizinle hem “İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti” kitabınızın içeriğine ve oradaki önemli tarihi tespitlerinize dair hem de kitaptan yola çıkarak II. Mehmet’i daha iyi anlamak ve günümüzle bağlarını kurabilmek adına bugüne dair bazı sorular sormak istiyoruz. Röportaja başlamadan önce, sizi daha yakından tanımak isteyen okuyucularımız için kısaca kendinizden ve çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?

Öncelikle kitap üzerine konuşma fırsatı bulduğumuz için ben de teşekkür ederim. Ben Gizem Magemizoğlu. 2008-2013 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde lisans eğitimimi tamamladım. Sonrasında aynı üniversitede hem Yönetim Bilimleri hem de Genel Türk Tarihi ana bilim dallarında yüksek lisans yaptım. Şu anda Yönetim Bilimleri ana bilim dalında doktora eğitimime devam ediyorum.

Temel araştırma ve ilgi alanlarınız nelerdir?

İlgi alanlarım temel olarak tarih, siyaset bilimi ve yönetim bilimi. Bunun yanı sıra ekonomi politik okumayı da seviyorum. “İmparator’un İmgesi”ni yazdıktan sonra II. Mehmet’e dair güncel çalışmaları takip ediyorum ancak bundan sonraki akademik sürecimde II. Mehmet’in siyasi ve askeri faaliyetlerine dair yeni çalışmalar yürütmeyi planlamıyorum. Bu alanın beni akademik olarak doyurduğunu düşünüyorum. Bundan sonra bu alanın, Genel Türk Tarihi veya Yakın Çağ-Yeni Çağ Tarihi alanındaki araştırmacılar tarafından daha verimli biçimde çalışılabileceğine inanıyorum.

“’Biz neden geri kaldık?’ sorusu Avrupa merkezli bir sorunlaştırma. ‘Osmanlı, aldığı borçları neden etkin kullanamadı?’ diye sormak daha önemli”

Şu anda yeni başladığınız çalışmalar var mı?

Şu anda iki farklı çalışma yürütüyorum. Bunlardan ilki Osmanlı borçlarına ilişkin bir kitap projesi. Yakın zamanda editöre teslim edeceğim. Bu proje kapsamında Yönetim Bilimleri yüksek lisans tezimi yeniden ele aldım ve Osmanlı Düyûn-ı Umûmiye İdaresi’ni çok detaylı bir biçimde incelemek istiyorum. Sürekli sorulan “Biz neden geri kaldık?” sorusunun aslında Avrupa merkezli bir sorunsallaştırma olduğunu düşünüyorum. Modernleşme teorileri genellikle Avrupa merkezli tarih yazımının ürünüdür. Ben de bu yazımdan çıkmak için çabalıyorum.

Osmanlı borçları ve Düyûn-ı Umûmiye bağlamında odaklandığınız belirli konular var mı?

Borçlanma, emperyalizmin pratiklerinden biridir. Elbette dış borçları etkin kullanan ülkeler de var ama bunlar oldukça sınırlıdır. Çalışmamda “Osmanlı İmparatorluğu dış borçları neden etkin biçimde kullanamadı?” sorusuna yanıt arıyorum. Bu soruyu yanıtlarken 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan iktisadi gelişimi daha dar kapsamlı ele alıp, 19. yüzyıldan sonrasını daha geniş şekilde açıklamaya çalıştım. Özellikle Lozan ve sonrasındaki sürece, kurucu babalara da selam niteliğinde bir bölüm ayırdım.

Osmanlı borçlarının Cumhuriyet döneminde yeniden yapılandırılması ve kapatılması ile ilgili bir selam mı yoksa başka sonuçlarını da birlikte alan bir bakış açısı mı?

İkincisi diyebiliriz. Bu yapılandırma sadece Atatürk ve İsmet İnönü’nün Lozan’daki çabalarıyla sınırlı değil; II. Abdülhamid de bu yeniden yapılandırmanın bir parçasıdır. Muharrem Kararnamesi’nde bunun izlerini görüyoruz. “Bu borçları neden etkin kullanamadık?”, “Düyûn-ı Umûmiye İdaresi nasıl ortaya çıktı?”, “Bu kurumun kamu birimleriyle ilişkisi neydi?”, “Personel yapısı, kurumsal örgütlenmesi nasıldı?”, “Hangi gelirleri kontrol etti ve bu gelirleri artırabildi mi?” gibi sorulara detaylı yanıtlar üretmeye çalışıyorum.

Diğer çalışma projenizin detaylarını da öğrenebilir miyiz?

İkinci projem yerleşik devlet meselesine odaklanıyor. Türkiye’deki devlet çalışmalarında hâlâ Avrupa merkezli yerleşik devlet anlayışı hâkim. Oysa başka siyasi iktidar biçimleri de var. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde şu sıralar “göçebe devlet” üzerine çalışmalar yürütülüyor ve ben de bu çalışmaların içindeyim. Umarım daha detaylı ve kapsamlı projelere yönelebiliriz.

“Ulus devletler hâlâ önemli ve imparatorluk kavramına karşı bir direnç gösteriyorlar”

Çalışmalarınızda başarılar diliyoruz. Kitabınızın isminden ve giriş bölümünden hareketle öncelikle genel bir değerlendirmenizi almak istiyoruz. İmparatorluk kavramı sizin için ne ifade ediyor ve Osmanlı İmparatorluğu nasıl bir imparatorluktu?

Aslında imparatorluk tanımları oldukça çeşitli. Ben kendi çalışmalarımda Barış Ünlü’nün tanımını benimsiyorum. Ünlü’ye göre imparatorluk, güçlü bir merkezin (yani bir metropolün) fethi sonucunda ortaya çıkan, kendisine bağlı toprakları doğrudan değil dolaylı biçimde yöneten, büyük, karmaşık ve çok kimlikli bir yönetim biçimidir.

Farklı dönemlerdeki imparatorlukları aynı kategoride değerlendirmek doğru değil. Kolonyal dönem imparatorluklarıyla Orta Çağ imparatorluklarını; Orta Çağ’la Antik Çağ’ı aynı kefeye koyamayız. Örneğin Roma, Sasani ve Ahameniş imparatorluklarının her birinin örgütlenme biçimi farklıdır. Bu nedenle Barış Ünlü’nün tanımı bana daha kapsayıcı geliyor.

Bugün de dünyada modern devletlerin başında seçimle gelen ama fiilen ‘imparator’ gibi davranamaya özenen siyasi liderler görüyoruz. İmparatorluk ile modern devletin temel farklılıkları nelerdir sizce?

İmparatorlukları modern devletlerden ayıran beş temel özellikten söz edebiliriz:

  1. Bütünleşik yapılar değildirler.
  2. İç ve dış siyasetlerini daha esnek biçimde yönetebilirler.
  3. Geniş topraklara rağmen toprak hâkimiyetleri modern devlete göre daha sınırlıdır.
  4. Diğer siyasi yapılara göre daha uzun ömürlüdürler.
  5. Yönettikleri halklar çok uluslu ve çok dinli olduğu için güçlü siyasi kimlikler geliştiremeyebilirler.

Ancak, bu özellikler her imparatorluk için aynı düzeyde geçerli değildir. Coğrafya, iklim, ekonomik yapı ve komşu güç dengeleri bu esnekliği sınırlar. Örneğin kendi siyasetinizi mutlak biçimde yönlendiremezsiniz; halkı ikna etmek zorundasınız.

Modern devleti ve ulus devleti imparatorluklardan ayıran özelliklerden bahsettiniz. Peki sizce modern dünyada imparatorluk kavramı tamamen ortadan kalktı mı, yoksa biçim mi değiştirdi? Günümüzde imparatorluklardan söz edebilir miyiz?

Belki de “İmparatorluk kavramı bugün nasıl yaşıyor?” sorusunu sormalıyız. Bu kavram bir söylem ve ideoloji olarak, özellikle Soğuk Savaş sonrasında “Amerikan İmparatorluğu’nun zaferi” üzerinden tartışılmaya başlandı. Michael Hardt ve Antonio Negri’nin “İmparatorluk” adlı çalışması da “Amerikan İmparatorluğu’nu çözümlemeye yöneliktir. Bugünkü uluslararası sistemde yer alan büyük aktörleri doğrudan “imparatorluk” olarak tanımlamak zor olsa da ulus devletlerin ötesinde bir siyasi yapı arayışı devam ediyor.

Avrupa Birliği gibi bölgesel yapılar da bu yapı arayışının bir örneği mi sizce?

Evet, belki de bu bağlamda Avrupa Birliği örneği çok anlamlı. Avrupa Birliği’nin hedefi, ulus devletlerin egemenlik yetkilerini daha üst düzey bir siyasi yapıya devretmesi ve bu yapının hem altında hem üstünde çeşitli kademelerin bulunmasıydı. Bu yönüyle imparatorluk mantığına benzer. Ancak bugün ne imparatorluk söylemi ne de ulus devlet söylemi tek başına baskın.

Peki ‘ulus devlet’ bitti gibi söylemlere katılıyor musunuz? Sürekli bir küresel güçler – ulus devletler çatışmasından da söz ediliyor.

Ben şahsen sıkça dile getirilen “ulus devlet dönemi bitti” gibi yorumlara katılmıyorum. Ulus devletler hâlâ önemli ve imparatorluk kavramına karşı bir direnç gösteriyorlar. Sadece 20. yüzyıl başında olumsuz anlamlar içeren imparatorluk kavramı, bugün daha cazip hale geldi diyebiliriz.

 

Kitap:İmparator’un İmgesi: Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve İmparatorluk Siyaseti,” Araştırmacı yazar Gizem Magemizoğlu’nun kaleminden.

“Osmanlı İmparatorluğu’nu besleyen üç temel gelenek var: Bozkır, İran-İslam ve Roma-Bizans geleneği”

Bir yandan tarihi bir yandan yansımalarını değerlendirmeye çalışıyoruz. Tekrar kitabınıza ve Osmanlı İmparatorluğu’na derinlemesine bakınca, Osmanlı’nın bir beylikten imparatorluğa giden yolunu incelersek, kendinden önceki tarihsel mirasa da bakarak, onun kimliğini, gelişimini oluşturan temel öğeler nelerdir sizce?

Osmanlı İmparatorluğu’nu besleyen üç temel gelenek var: İran-İslam, Bozkır ve Roma-Bizans geleneği. Ama onu çağdaşları içinde konumlandırmak gerekirse, “Barut İmparatorlukları” tanımı daha uygun olabilir. 16. yüzyılda ortaya çıkan bu terim, Safeviler, Osmanlı ve Babür gibi imparatorlukları kapsar. Bu imparatorluklar, ok, yay, kılıç gibi araçlardan daha etkili olan barut teknolojisini kullanmışlardır. Osmanlı’yı bu bağlama yerleştirmek mümkün; ancak beslendiği üç ana geleneği unutmamak gerekir.

Bu Bozkır geleneği Osmanlı’ya nasıl geçti? Bozkır yönetim geleneği tam olarak nedir, açıklayabilir misiniz?

Bozkır yönetim geleneği, esasen Çin ile göçebe halklar arasındaki iktisadi iş bölümü bağlamında ortaya çıkan devletlere ait yönetim pratikleri olarak tanımlanabilir. Bu gelenekle ilişkili ilk örneklerden biri, Çin tarih yazımında yer alan Hunlardır. Çin yıllıkları, M.Ö. 321 yılından itibaren Hunlardan bahsetmeye başlar. Bu da bize, tarih dışı ya da “tarihsiz” olarak tanımlanan göçebe halkların aslında çok eskiye dayanan bir tarihsel zemine sahip olduklarını gösterir. Örneğin Hegel gibi bazı düşünürler, göçebe halkları -ki buna Türkler de dahildir-tarihsiz olarak tanımlamıştır ancak Hunlar M.Ö. 321 gibi erken bir tarihte tarih sahnesine çıkmışlardır.

Hunlar’ın bıraktığı Bozkır yönetim geleneğini ya da yönetim modelini biraz daha açabilir misiniz?

Hunlar, Çin’e denk bir yapı kurmuşlardır. M.Ö. 220 yılından itibaren Çin’e karşı askeri ve siyasi güç anlamında eşdeğer bir yapılanma görülür. Bizde “Mete Han” olarak bilinen hükümdar, aslında Çin kaynaklarında geçen lakabıyla tanınır ve gerçek Türkçe adı bilinmemektedir. Bu dönemde gelişmiş bir devlet sistemi görülmektedir. Örneğin: elçiler gönderilir, mektuplar yazılır, posta teşkilatı kurulur, vergi toplama mekanizmaları işler, örgütlü bir ordu bulunur ve memurlar, valiler, hatta büyük valiler gibi yöneticiler görev yapar. Yani bu, basit bir aşiretler yığını değil, kompleks bir devlet yapısıdır.

“Bozkır yönetim geleneğinin 2000 yıllık bir geçmişi var. O dönemde Avrupa’yı şekillendiren ulusların izleri dahi yokken, Türklerin yönetim pratikleri oluşmaya başlamıştı”

Bu Bozkır yönetim geleneği daha sonraki göçebe idarelerde ya da Türk devletlerinde de devam ettiriliyor mu?

Evet, bu miras önemli ölçüde yeni tecrübeler ile büyüyerek gelişiyor diğer Türk devletlerinde de. Bu devlet sistemine dair gelenekler, İç Asya Bozkırları’nda yaşayan Türkler ya da onların ataları tarafından devam ettirilmiş ve bu gelenek Osmanlı İmparatorluğu’na kadar ulaşmıştır. Burada söz konusu olan Bozkır geleneği çok geniş bir zaman dilimini kapsar; yaklaşık 2000 yıllık bir süreçten bahsediyoruz. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nda hükümdar unvanı olarak “Han” kullanımı (Fatih Sultan Mehmed Han veya II. Abdülhamid Han gibi) Bozkır geleneğinin bir devamıdır. “Han” unvanı, “hükümdarların hükümdarı” anlamına gelir ve Tonyukuk Kitabeleri’nde de geçer. O dönemde bugünkü Avrupa’yı şekillendiren ulusların izleri dahi yokken, Türklerin yönetim pratiği oluşmaya başlamıştır.

Bu bağlamda Osmanlı’nın devlet yönetimi Bozkır geleneğinin bir nevi devamı olarak değerlendirilebilir mi?

Evet, kesinlikle bir devamıdır ama tabii ki zamanla değişime uğramıştır. Coğrafya değiştikçe, etkileşim içinde olunan toplumlar da değişmiştir. Türkistan’dan İran’a, oradan Anadolu’ya, sonrasında Viyana kapılarına kadar ilerleyen bu süreçte hem bazı unsurlar terk edilmiş hem de yeni unsurlar eklenmiştir.

Bozkır geleneğinin Osmanlı’daki etkileri üzerine örnek verebilir misiniz?

Osmanlı tarihçisi Mustafa Âli, Osmanlıların dilinde hâlâ Bozkır’dan gelen kavramların kullanıldığını belirtir. Kendisi Osmanlı sarayında yetişmiş, Türkçeyi iyi yazan ve dolayısıyla iyi düşünen bir bürokrattır. Bu gözlemini, dil yapısından hareketle yapar ve Bozkır geleneğinin izlerinin Osmanlı yönetim dilinde sürdüğünü söyler. Bu tespit, Cornell Fleischer’in çalışmasında da geçer ve gerçekten çok etkileyicidir.

Bugün hâlâ günlük Türkçemizde bu geleneğin izlerini görmek mümkün ama Mustafa Âli’nin bahsettiği, yönetim dilindeki yansımalarıdır. 16. yüzyıl sonu ile 17. yüzyıl başında, İslamî yönetim gelenekleri ve Roma-Bizans mirasıyla iç içe geçmesine rağmen, Bozkır geleneği hala hissedilebilir bir şekilde varlığını sürdürmüştür. Bu çok önemli bir süreklilik göstergesidir.

Türkler için daha çok Orta Asya’dan geldikleri sürekli vurgulanır. Neden “Bozkır geleneği” deniliyor da “Orta Asya Geleneği” denilmiyor? “Bozkır” küçültücü, geri kalmış bir ima mı içeriyor yoksa daha kapsayıcı ve büyük bir geleneği mi anlatmak için kullanılıyor?

“Bozkır” kelimesi kesinlikle küçültücü bir ifade değil, bunu özellikle vurgulamak isterim. “Orta Asya” dediğimizde coğrafi olarak daha dar bir alanı ifade etmiş oluyoruz. Oysa “bozkır” ifadesi, Gobi Çölü’nden başlayıp Moğolistan’daki steplerden Macaristan’a kadar uzanan çok geniş bir step kuşağını kapsar. Bu step kuşağı İran üzerinden Doğu Anadolu’ya kadar uzanır. Yani bu coğrafya çok daha geniştir.

Bugün “bozkır” kelimesiyle aklımıza yalnızca Orta Anadolu’daki kurak alanlar gelebilir ama tarihi bağlamda bu böyle değildir. Bu yüzden, o geniş coğrafyayı ve tarihsel sürekliliği ifade etmek için ben özellikle “bozkır” terimini kullanıyorum.

“Fatih Sultan Mehmed’in Kamusal İmajı ve Kimlik İnşası”

Kitabınızda da yer verdiğiniz gibi Fatih Sulan Mehmet’in sıklıkla ‘Sahipkıran’ ve ‘Cihangir’ gibi unvanlar da kullandığını görüyoruz. II. Mehmet’in “Sahipkıran” ve “Cihangir” unvanları onun kamusal imajını ve halk nezdindeki algısını nasıl şekillendirmiştir?

Bir hükümdarın imajı inşa edilirken birden fazla hedef kitleye hitap edilir: düşmanlara, yönetici elitlere, yerel idarecilere ve halka. Sahipkıran ve Cihangir unvanlarının özellikle II. Mehmet tarafından halktan çok, yönetici elitler ve diğer Müslüman hükümdarlar üzerinde etki yaratmak amacıyla kullanıldığını düşünüyorum.

Burada “Siyasetname” ya da “Şahnâme” geleneği devreye giriyor. Osmanlı tarihçileri ya da vakanüvisler yalnızca olayları kronolojik olarak kaydetmezler; aynı zamanda padişahın hoşuna gidecek bir anlatı diliyle bu olayları aktarırlar. Bu tarih yazımı, sadece iç politikaya değil, dışarıdaki rakiplere de mesaj verir. Örneğin Safevîler’e, Memlükler’e ya da Babürler’e yönelik bu tür mesajlar, hükümdarın üstünlüğünü vurgulamak amacı taşır.

Fatih Sultan Mehmed’e bu tip unvanları atfeden Osmanlı tarihçilerinden ve atıf amaçlarından bahseder misiniz?

Örneğin Fatih’in tarihçilerinden biri olan Tursun Bey, onun defterdarlarından ya da saray bürokrasisinden biridir. Kaleme aldığı tarihte II. Mehmet’e “Sahipkıran” unvanını atfeder. Sahipkıran, gezegenlerin uğurlu birleşiminden doğan talihli kişi anlamına gelir.

Molla Aşiki de Fatih’e sunduğu kasidelerden birinde onu “Sahipkıran” olarak niteler. Bu tür nitelemeler hem edebi eserlerde hem de saray bürokrasisinden gelen metinlerde görülür. Özellikle Tursun Bey gibi üst düzey saray görevlileri, bu unvanları padişahın meşruiyetini ve otoritesini pekiştirmek için bilinçli şekilde kullanmışlardır.

Daha halkçı bir yazar olan Kıvami ise Fetihname’sinde II. Mehmet’i “yüzyılın fatihi” olarak tanımlar. Bu tür eserlerde, yazarın mensubu olduğu sosyal sınıf ve devletle olan ilişkisi önemlidir. Buna göre yorumlamak daha sağlıklı olur.

Bu unvanları II. Mehmed de sahipleniyor mu yoksa sadece dönemin tarihçileri mi bunları kullanıyorlar?

Bu tür unvanlar sadece tarihçiler tarafından uydurulmuş değildir. II. Mehmet’in kendisi de bu unvanları benimsemiştir. Bu onun düşmanlarına da yönelik stratejik bir mesajdır. Bu unvanlar, Osmanlı’nın kendi tarih yazımıyla oluşturduğu meşruiyet zemininin bir parçasıdır. Bu ifade/unvanlara Batılı kaynaklarda da rastlıyoruz. Bu da bize gösteriyor ki bu algı yalnızca iç politikada değil, dış politikada da etkili olmuştur. Yani yalnızca dostlara ya da yerel yöneticilere değil, doğrudan düşmanlara da yönelik bir imaj inşası söz konusudur. II. Mehmet, bu tür unvanlar aracılığıyla rakiplerine karşı üstünlüğünü kabul ettirmeye çalışmıştır.

Fatih’in Türkistan’daki Hüseyin Baykara’ya veya Memlükler’e yazdığı mektuplarda kendi gücünü ifade edecek unvanları kullanmaktan çekinmediği görülüyor. Sahipkıran unvanını yazsa da yazmasa da bu mektuplarda Fatih’in kendisini nasıl konumlandırdığı açıktır.

“Fatih Sultan Mehmed: Sezar ve Hannibal benim yanımda bir hiçtir. Ben dünyadaki tüm Hristiyanları egemenliğim altına alabilirim”

Kitabınızda Büyük İskender’le II. Mehmet arasında bazı benzerlikler kurulduğundan bahsediyorsunuz. Bu benzerliği nasıl değerlendiriyorsunuz? Tarih yazıcıları bu benzetmeyi ne şekilde yaptı? Ayrıca II. Mehmet’in kendisi bu benzerliği nasıl gördü, politikalarında bu cihangirlik anlayışı nasıl yankı buldu?

Hem İslam dünyasında hem Batı’da İskender ortak bir figürdür. Her iki kültür için de ideal hükümdar modelidir. Bu nedenle sadece II. Mehmet için değil, Kanuni Sultan Süleyman için de benzer benzetmeler yapılmıştır. Süleyman da kasidelerde ve tarih kitaplarında İskender’e benzetilir.

Bazı elçilik raporlarına göre, Fatih’in sarayında Makedonyalı İskender’in biyografisi okunmuştur. Bu kaynaklar Latince ve Grekçe idi. Hatta Fatih’in kişisel kütüphanesinde İskender’in Grekçe biyografisi bulunuyordu. Bu metinleri bizzat okuyup okumadığı bilinmese de okutulduğu kesin. Yine güvenilir bazı kaynaklara göre Fatih, kendisi hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Sezar ve Hannibal benim yanımda bir hiçtir. Ben dünyadaki tüm Hristiyanları egemenliğim altına alabilirim.”

Yani sadece İskender’le değil, Sezar, Hannibal, Keykâvus, Kiros gibi birçok tarihi figürle kendini kıyaslamıştır.

Bu durumda Fatih kendisini o krallar, imparatorlar ile denk bile görmüyor, değil mi?

Evet, bazılarıyla kendini eşit görmüyor, hatta üstün olduğunu ifade ediyor. Tabii bu tür sözler propaganda amacıyla da söylenmiş olabilir. Sonuçta Fatih hem hükümdar hem siyasetçiydi. Diplomasi dilinde güç gösterisi yapmak, muhatabınızı etkilemek için önemli bir araçtır ancak bu ifadelerin sadece stratejik değil, içten gelen bir inançla da söylendiğini düşünüyorum. Benim okuduğum kaynaklar, Fatih’in bu iddialarını samimiyetle dile getirdiğini düşündürüyor.

“İstanbul’un fethi Fatih’e büyük bir güç ve meşruiyet kazandırdı. Hem Roma-Bizans mirasını sahiplendi hem de İslam dünyasında kutsal bir makam kazandı”

Fatih’in bu vizyonu devlet politikalarını nasıl etkiledi? Özellikle Roma-Bizans mirasını devralması ya da Batı’ya yönelik reformları açısından neler söyleyebilirsiniz?

II.Mehmet seleflerinden birçok kurumsal yapı ve uygulamayı devraldı. Bu nedenle doğrudan devletin kurucusu sayılmaz. Ancak devleti imparatorluğa dönüştüren kişi kesinlikle odur. Bu dönüşüm süreci, esasen İstanbul’un fethiyle mümkün olmuştur. İstanbul’un fethi ona büyük bir meşruiyet kazandırmıştır. Bence bu meşruiyet olmadan, attığı cüretkâr ve radikal adımlar mümkün olmazdı. Fatih’in en büyük “cihangirlik” projesi İstanbul’un fethidir. Bu fetihle birlikte Roma-Bizans mirasını da sahiplendi. “Kayser” unvanı, yani Sezar’ın bir türevi olan bu ifade, onun kendini Roma imparatorlarının varisi olarak gördüğünü gösterir. Bu, özellikle Avrupa’daki rakiplerine ve müttefiklerine yönelik bir mesajdır: “Roma mirasının gerçek sahibi benim.”

İslam dünyasında ise İstanbul’un fethi, Peygamber’in hadisiyle müjdelenmiş bir olaydır. Bu da ona kutsal bir meşruiyet sağlar. Fatih, bu iki yönlü meşruiyeti birleştirerek kendisini hem Sezar’ın hem de müjdelenmiş Gazi Sultan’ın devamı olarak sunmuştur.

II.Mehmed’in Gazi Sultan unvanını kullandığı örnekler var mı? Bunu daha çok Türk ve İslam devletlerine karşı mı kullanıyor?

Elbette. Örneğin, Memlükler’e gönderdiği mektuplarda bunu açıkça ifade eder. Uzun Hasan’a yazdığı mektuplarda ise onu “gaza faaliyetlerinin önüne engel koymakla” suçlar. “Ben kafirle savaşırken, sen arkadan iş çeviriyorsun” diyerek liderliğini vurgular.

Fatih’in fetihleri çok. Çok sarayda duran bir imparatora da benzemiyor. Cephede de bizzat savaşan bir komutan mıydı yoksa cephe gerisinde duran bir imparator muydu? Bu anlamda da gazi sultan diyebilir miyiz?

Çok doğru. Fatih sadece retorikte değil, sahada da cihangir bir hükümdardı. Belgrad kuşatmasında neredeyse birebir çarpışmalara katıldığı, kılıçla savaştığı, hatta yaralandığı bile anlatılır. Bu da onun, sadece fikirde değil pratikte de bir “Gazi Sultan” olduğunu gösteriyor. “Sezarlık”la bunu birleştirmesi, onun politik vizyonunun boyutlarını anlamak açısından çok önemlidir.

Osmanlı’da tebaanın Müslüman, Ortodoks, Ermeni, Yahudi gibi dini temellerle ayrılması hoşgörü ile açıklanamaz. Bu ehl-i kitap toplulukları merkezden hukuki bir temel ile yönetme amaçlıydı. Ama Osmanlı kimliğini temelini oluşturan asıl şey başkadır”

Fatih Sultan Mehmet bir yandan Batı’da Sezar gibi görünmek istiyor, diğer yandan İslam dünyasında da önder bir figür olmak istiyor. Yani aslında hem Batı’nın hem İslam’ın lideri olarak, bir cihan imparatorluğu vizyonunu kendisiyle özdeşleştiriyor. Kitabınızda da bir “Osmanlı kimliği” oluşturmaya çalıştığından söz ediyorsunuz. Peki, II. Mehmet’in bu kimlik yaratma çabaları, imparatorluk vizyonuna nasıl katkı sağlamıştır? Devletten imparatorluğa geçiş sürecinde, Osmanlı kimliği nasıl bir anlam kazanmıştır?

Evet, II. Mehmet bir Osmanlı kimliği oluşturmak istiyor ama bunu öncelikle ve özellikle yönetici elitler için yapıyor. Zaten bu kimliği geniş halk kitleleri için hedefleseydi, millet sistemine göre insanları Müslüman, Ortodoks, Ermeni, Yahudi şeklinde ayırmazdı. Osmanlı’daki bu din temelli ayrımı yalnızca hoşgörüyle açıklayamayız.

İslam, özellikle ehl-i kitap dediğimiz topluluklarla ilişkileri hukuki bir zemine oturtan bir yapıya sahiptir. Fatih de bu hukuki temeli daha kurumsal bir hale getirmiştir. Önceki İslam devletlerinden farkı, bu kurumsallaşmayı daha ileri taşımasıdır. Verdiği ahitnamelerle, bu toplulukların merkezlerini İstanbul’a taşıyarak, onları devletin denetleyebileceği bir zemine çekmiştir.

O zaman Osmanlı kimliği, bugün bazı siyasi söylemlere de konu olan, sadece dini gruplardan oluşan ve bunlara hoşgörü ile esnek bir biçimlenen bir düzen diye tarif edilemez diyebilir miyiz?

Kesinlikle, sadece öyle olsa zaten devlet olamazdı, düzen kuramazdı. Esasında, Fatih’in yarattığı Osmanlı kimliği, esas olarak kapıkulu sınıfı etrafında şekillenmiştir. Bu sınıf, devşirme sistemiyle merkeze alınan ve devlet yönetiminde görev alan bireylerden oluşur. Bu kişilerin etnik kökeni çok çeşitlidir: Arnavut, Boşnak, Rum, İtalyan, Macar, Bulgar veya diğer Slav topluluklarından olabilirler. Ortak noktaları, Osmanlı sistemine bağlılıkla şekillenen yeni bir kimlik kazanmalarıdır.

Devşirme sistemini korkunç bir asimilasyon diye anlatan tarihçiler de var. Çocukların tamamen ailelerinden koparılıp hiçbir bağlarının kalmadığı ve böylece tek sadakatin Osmanlı’ya olmasını sağlamak için?

Bu doğru değil. İmparatorluklar, krallıklar dönemlerinde her zaman benzer uygulamalar vardır, isimleri değişebilir, sonuçta bu yapılarda devlet genelde bir ailenin sayılır ve o aileye bağlılığın sorgulanmaması ilk önceliktir. Osmanlı’daki sistemde oluşturulan devşirme kimliği, gerçekte onların anadillerini, aile geçmişlerini tamamen unuttukları anlamına gelmez. Örneğin, Sokullu Mehmet Paşa’nın kardeşi hâlâ Sırbistan’da piskopos olarak görev yapmaktadır. Ancak bu kişilerin yetki, zenginlik ve statüleri doğrudan padişaha ve devlete bağlıdır. Bu bağlılık, onların düşünce dünyasını şekillendirmiştir. Yani, imparatorluğun düşünsel temellerini atan kişi bana göre II. Mehmet’tir.

“Osmanoğulları Hanedanı’nı, diğer Türk hanedanlarından ayıran en önemli farklardan biri, devletin oluşum sürecinden itibaren merkezileşmeye büyük önem vermeleridir. Kardeş katli yasası bunun en sert uygulamalarından birisi oldu”

II.Mehmet’in İstanbul’un fethiyle kazandığı büyük meşruiyet sayesinde birçok reform gerçekleştirdiğini, hatta dönemine göre ilerici sayılabilecek adımlar attığını söyleyebiliriz. Ancak kardeş katli uygulaması gibi çok sert politikaları da oldu. Sizce “kardeş katli” uygulaması Osmanlı tahtının güvenliği açısından nasıl bir öneme sahipti? Osmanlı’nın sürdürdüğü Bozkır geleneğinde kardeş katli gibi bir uygulama söz konusu muydu? Siz bu uygulamayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca yine bu uygulamanın sonraki padişahlar üzerindeki sosyolojik ve psikolojik etkisi sizce ne olmuştur?

Osmanoğulları Hanedanı’nı, diğer Türk hanedanlarından ayıran en önemli farklardan biri, devletin oluşum sürecinden itibaren merkezileşmeye büyük önem vermeleridir. Önceki Türk hanedanlarında, hanedana mensup her erkek bireyin yönetime katılma hakkı vardı. Bozkır geleneğinde de hanedana mensup erkeklerin yönetim hakkı vardı. Amcaların, yeğenlerin de tahta geçme hakkı bulunuyordu. Kardeşini öldürenler elbette olmuştur ama bu olaylar Osmanlı’daki gibi sistematik bir hal almamıştır. II. Mehmet döneminde ise kardeş katli kanunnameye girerek kurumsallaşmıştır.

Kurumsal bir çözüm olarak bu sonuca nasıl gelindi?

Bu noktaya gelene kadar yaşanan süreçler önemlidir. Başlangıçta “Saltanat, padişah ve oğullarınındır” ilkesi yerleşmişti. Yani amcalar ve yeğenler dışlanmıştı. Ancak bu, sorunları çözmedi. Nitekim Yıldırım Bayezid’in Timur’a yenilmesiyle başlayan Fetret Devri, kardeşlerin birbirine düşmesinin doğrudan sonucuydu.

Timur’un oğlu Şahruh, Çelebi Mehmet’e mektup göndererek, kardeşlerini öldürdüğü için onu “örf-i İlhaneyi çiğnemekle” suçladı. Yani Moğol-Türk bozkır geleneklerini ihlal ettiğini belirtti. Bu bile, o dönemde kardeş katlinin hoş karşılanmadığını gösteriyor. II. Mehmet ise bu uygulamayı kanunnamesine “Nizam-ı Âlem için kardeş katli caizdir” şeklinde yazarak, yasal bir zemin oluşturdu.

II.Mehmed, kardeş katlini yasallaştırma gereğini neden duydu sizce? Sonuçlarına bakınca kardeş katli hedeflenen sonuçları almayı sağladı mı?

Bazı tarihçiler bunu, devletin birlik ve düzenini korumak için gerekli görür. II. Mehmet de böyle düşünmüştür. Yeniden bir Fetret devri olmasını istememiştir. Sonuçları konusunda farklı değerlendirmeler var. Sonuçta imparatorluk yüzyıllarca daha devam etti sonrasında. Ancak Ankara Üniversitesi’nden Haldun Hoca (Haldun Eroğlu – Editörün notu) gibi bazı akademisyenler, bu sistemin sonraki şehzadeleri isyana zorladığını savunur çünkü hayatta kalmak için tek yolları isyan etmek oluyordu. Nitekim bu uygulamanın Fatih’in ölümünden sonra Bayezid ile Cem arasında çatışma, Yavuz Sultan Selim’in kardeşlerini öldürmesi, Kanuni’nin oğullarını ve torunlarını katletmesi gibi sonuçları olmuştur. Bu zincir, yüzyıllar boyunca devam etti.

Peki kardeş katli uygulama açısından nasıl işliyordu? Padişah öldüğünde mi başlıyordu hak? Yoksa öncesinde de müdahale edebiliyorlar mıydı?

Genelde padişah öldükten sonra kardeş katli uygulanıyordu. Ancak bazı durumlarda bu sistemin dışına çıkıldığı da oldu. Örneğin, II. Bayezid sağken oğulları arasında çatışmalar başladı. Yavuz Sultan Selim, babası hâlâ hayattayken isyan etti. Bu uygulamanın ne zaman başlayacağı konusunda net, keskin bir kural yoktu.

Ancak şunu unutmamalıyız ki, Kanuni Sultan Süleyman gibi “zirve dönemi” olarak kabul edilen bir hükümdarın bile iki oğlunu ve beş-altı torununu öldürttüğü bir sistemden bahsediyoruz. Bu da kardeş katlinin ne kadar sistematikleştiğini ve psikolojik baskının büyüklüğünü ortaya koyuyor.

Bu bağlamda gerçekten çok ilginç bir durum olduğu söylenebilir. Dönemin şartlarında, babası padişah olan ve yaşlanmış ya da hastalanmış bir şehzade düşünelim. Eğer büyük çocuk değilse ya da güçlü bir destekçisi yoksa, neredeyse hiç şansı kalmıyor. Ya öldürülecek ya da kaçacak, bir şey yapması gerekiyor. Çünkü padişah öldüğünde hayatta kalması çok zor hale geliyor.

“Kardeş katli uygulaması şehzadeleri isyana ya da kaçmaya zorluyor. Yoksa öldürülecek. Gönderildikleri sancaklar kimin tahtına layık görüldüğüne dair ipuçları verebiliyor. Yavuz Sultan Selim bu nedenle erken isyan etmiş ve babası II. Bayezid’i öldürtmüş olabilir”

Osmanlı’da şehzadelerin sancaklara gönderilmesi geleneği, özellikle Amasya gibi stratejik öneme sahip sancaklarda yoğunlaşmıştır. Bu uygulama, padişahın halefinin fiilen belirlenmesine yol açıyor muydu? Şehzadelerin sancaklarda görev alması, kardeşler arasında taht mücadelesini ve karşılıklı güvensizliği artıran bir gelenek olarak değerlendirilebilir mi?

Evet, bu gelenek var. Örneğin, Manisa şehzade sancağı olarak çok önemlidir. Amasya da aynı şekilde önemliydi. İstanbul’a oldukça yakınlar. Kütahya da öyle. Ama Yavuz Sultan Selim örneğinde farklı bir durum var. Yavuz, Trabzon’a gönderiliyor. Oğlu ise Kefe’ye. Trabzon’dan ya da Kefe’den İstanbul’a ulaşmak, Manisa veya Amasya’ya göre çok daha zor. Bu nedenle Yavuz, kendisini padişahlığa yakın görmüyor ve bu da isyan etmesinin sebeplerinden biri oluyor.

Bazı Osmanlı tarihçileri değil ama vakanüvisler, Yavuz’un babası II. Bayezid’i ortadan kaldırdığını düşünüyor. Ben de açıkçası, Bayezid’in hastalıktan değil, zehirlenme sonucu öldüğünü düşünenlerdenim.

“Osmanlı’da proto-demokrasi fikri ilk Deli İbrahim döneminde gündeme geldi”

Peki, padişah ve oğulları ölürse, yani hanedanın erkek bireylerinden kimse kalmazsa ne olurdu? Bu durumda amca ya da yeğen gibi uzak akrabaya mı geçilirdi, yoksa tamamen farklı bir güç mücadelesi mi yaşanırdı?

Osmanlı Hanedanı’nda erkek soyu tükenme tehlikesi bir kez yaşandı. Bu durum, Deli İbrahim döneminde ortaya çıktı. O dönemde sadece Deli İbrahim hayattaydı. Eğer onun da bir oğlu olmazsa ya da tahtan indirilirse ne yapılacağı belirsizdi. Bu ihtimal karşısında şöyle bir fikir ortaya atıldı: Kırım’daki Giray Hanedanı’ndan bir erkek getirmek. Çünkü Giraylar, Cengiz Han soyuna dayanıyordu ve bu onları asil kılıyordu.

Neden kurucu Osman Bey’in soyundan birisi aranmıyor?

Osman Gazi’nin amcalarının soyları çoktan dağılmıştı, köyler de unutulmuş hale gelmişti. Belki sadece Kayı boyundan olduklarını biliyorlardı ama Osmanoğulları Hanedanı’nın bir parçası olduklarını hatırlamıyorlardı ya da bu kimlik onlara unutturulmuştu. “Şu amcanın soyundan gelen şu bölgede yaşıyor” diye bir bilgi, takip sistemi kalmamıştı.

Giray Hanedanı’ndan birisi de olmazsa başka seçenekler de konuşuldu mu o dönemde?

Evet, hatta en ilginci Giray Hanedanı’ndan da birini bulamazlarsa, “kendimizi yönetiriz” fikri bile konuşuluyordu. Yani tam anlamıyla cumhuriyet denemez ama bir çeşit “proto-demokrasi” fikri gündeme gelmişti.

Özellikle 17. yüzyılda devletin kurumsallaşması anlayışı iyiden iyiye belirginleşiyor. Devlet öyle güçlü ve kurumsal bir yapıya dönüşmüş ki, bireyin yani padişahın ya da tek tek kişilerin önemi ikinci planda kalmış gibi görünüyor. Bu durumu dönemin çeşitli anekdotları da destekliyor.

Fotoğraf 2: © Kamu Politikası, Devlet Yönetimi ve Toplumsal Gelişim Merkezi (KAPDEM), 2025. Tüm telif hakları saklıdır.

“İstanbul’un Fethi, Ayasofya, Fatih’in vizyonu ve Millet Sistemi”

Biraz da bu dönemde de çok gündem olan Ayasofya’ya ve İstanbul’un fethine dair detayları konuşalım. II. Mehmet’in, fetih sonrası Ayasofya’yı dönüştürme süreci, onun kültürel ve politik vizyonunu sizce nasıl yansıtıyor?

Ayasofya, fetihten önce İstanbul’un en büyük kilisesiydi. İslam adetlerine göre, fethedilen bir şehirde en büyük kilise camiye çevrilir ve ilk cuma namazı orada kılınır. İstanbul da teslim olmadığı için, “Kılıç Hakkı” ile alınmış sayıldı ve Ayasofya camiye çevrildi. Ayasofya, uzun süre İstanbul’un en büyük camisi olarak kaldı.

Cami olsa da içerisindeki şekillerin, figürlerin korunduğu görünüyor. Fatih’in ayrı bir vizyonu olduğu anlaşılıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kılıç hakkı ile alınan yerlerde askere yağma hakkı verildiğini biliyoruz.

Evet, II. Mehmet, içerideki mozaikleri kırdırmamış, yalnızca sıva ile kapattırmıştır. Bu da onun önceki kültüre duyduğu saygının bir göstergesidir. Ayrıca, fetihten sonra Ayasofya’ya sığınan halka zarar verilmemiştir. Bir askerin, Ayasofya’daki mermerleri kırdığını gördüğünde onu azarlamıştır: “Burası benim şehrim, sen burada bu şekilde davranamazsın” diyerek vandallık olarak değerlendirmiştir.

Her ne kadar İslam’da fethedilen şehirlerde üç gün yağma hakkı olsa da II. Mehmet birinci günün sonunda bu yağmayı durdurmuştur. Bu onun vizyonunu gösteriyor, aslında İstanbul’da ne yapacağını fethetmeden kararlaştırmış ve ilk günden uygulamaya koymuştur.

Figürlerin olduğu yerde namaz kılmak caiz olmadığı için mi mozaikler sıvandı? Yoksa sıva bile yapılmayabilir miydi?

Evet, figürlerin önünde namaz kılmak İslam hukukuna uygun olmadığı için sıva yapılmış. Ama II. Mehmet’in bu figürleri korumaya çalıştığı da açıkça görülüyor.

Peki bu koruma, II. Mehmet’in İstanbul’a ya da Ayasofya’ya duyduğu özel ilgiden mi kaynaklanıyor? Yoksa daha büyük bir “siyasi vizyon”un parçası mı? Özellikle Kayser-i Rum olarak kendini tanımladığı düşünülürse, Hristiyan dünyasına da hitap etmek istemiş olabilir mi?

II.Mehmet, daha İstanbul’u kuşatmadan önce, burayı başkent yapma niyetindeydi. Tahta ikinci kez geçtiğinden itibaren böyle bir planı vardı. Dolayısıyla şehri korumak istiyordu. Fetih sonrası kendi payına düşen esirleri serbest bırakarak şehre yerleştirmiştir. Çünkü Bizans çok zayıflamıştı, 7. ve 8. yüzyıldaki gücünden geriye pek bir şey kalmamıştı.

Bu vizyonu farklı şekillerde yorumlayanlar, hatta Fatih Sultan Mehmed’in Hristiyan olduğunu ya da İslam dinine çok bağlı olmadığını iddia eden tarihçiler, yazarlar da var. Siz ne düşünüyorsunuz?

Bu kesinlikle doğru değil. II. Mehmet’in teolojiye olan ilgisi biliniyor. Neyi neden yaptığını, vizyonunu zaten sonradan net şekilde görüyoruz. Onun uygulamaları, Hristiyanlığa yatkınlık gösterdiği anlamında değerlendirilmemeli ama eserlere, ritüellere, pratiklere ilgisi olduğu söylenebilir.

Bunu biraz açabilir misiniz?

Örneğin, Macaristanlı George (Macaristanlı Gyorgi) adlı bir yazar, Osmanlı sarayında 20 yıl esir kalmış, sonra bir şekilde özgürlüğünü kazanıp Vatikan’a gidip orada yazıcılık yapmış. Onun anılarına göre II. Mehmet, komünyon ayinlerine katılmış, pazar ayinlerini gözlemlemiş. Papazların verdiği kutsanmamış ekmekleri yemiş. George, II. Mehmet’in Hristiyanlığa karşı saygılı olduğunu yazmış.

Bir başka devşirme de II. Mehmet öldükten sonra saraydan kaçıp Vatikan’da görev yapmış ve anılarında II. Mehmet’in Hristiyan kutsal emanetlerine koleksiyoncu gibi ilgi duyduğunu anlatmış. Örneğin:

  • Hz. İsa’nın doğduğu taş,
  • Hz.İsa’nın çilesinin araçları,
  • İşaya’nın saçı, sakalı ve kulaklarının bulunduğu cesedi,
  • Hz.İsa’nın yaşadığı yıllarda İsrail kralı Heredos tarafından öldürülen kutsal masumlar

gibi Hristiyan emanetlerini topladığı söyleniyor. Bu kişi Vatikan için çalışsa da anlattıklarının uydurma olduğunu düşünmüyorum. II. Mehmet’in, Roma İmparatorluğu mirasını devraldığı düşüncesiyle bu emanetleri toplamış olması mümkün. Belki de bu ikonlara duyduğu ilgi, onların parçalanmasına gönlünün razı olmamasına sebep olmuştur. Yani sadece sıvatarak üzerlerini kapatması da bu hassasiyetin bir sonucu olabilir.

Peki, magazin tarihçiliğindeki iddiaları da açarsak, temel iddialardan birisi II. Mehmet’in Hristiyan olduğu, annesinin onu Hristiyan yaptığı gibi. Sizce bunlar sadece tevatür mü?

II.Mehmet, annesini çok küçük yaşta kaybediyor. Bu nedenle annesinin etkisiyle büyümüş bir çocuk olduğunu sanmıyorum. Dolayısıyla onun Hristiyanlığa yönelmesini annesine bağlamak bana pek doğru gelmiyor. Ben, II. Mehmet’in Hristiyanlığa saygı duyduğunu düşünüyorum. Bunun birkaç nedeni olabilir: Birincisi, tebaasının yarısı Ortodoks. Bu insanları yönetebilmek için onların değerlerini tanımak ve saygı göstermek gerekiyor. Bu hem kültürel bir saygı hem de yönetimsel bir zorunluluk olarak değerlendirilebilir. Yani bu hoşgörü, aynı zamanda bir yönetim pratiği, büyük bir vizyon.

“Osmanlı millet sistemi etnik değil, dini temelli bir örgütlenmedir”

Biraz önce Osmanlı kimliğinden de bahsettiniz. Osmanlı kimliği daha çok yönetici sınıfla özdeşleştirilir ama aynı zamanda bir millet sisteminden de bahsediyorsunuz. Bu sistem içinde dini ve etnik topluluklar arasında nasıl bir denge kurulmuştur?

Osmanlı’nın millet sistemi, kendisinden önceki İslam devletlerinden alınmış bir yapıdır. Hatta sadece İslam geleneği değil, daha da geriye, Perslere kadar giden bir geçmişi vardır. Cemaatler halinde örgütlenme modeli, İran-İslam geleneği içinde şekillenmiş, Osmanlı’da da uygulanmıştır. İslam, “ehli kitap” sayılan uluslara kendi iç işlerini, evlilik kurallarını, cemaat ilişkilerini düzenleme hakkı tanır. Bu da Osmanlı’nın cemaat sistemine dayalı millet yapısını oluşturur.

Nasıl bir sistemdi bu millet sistemi?

Millet sistemi, dini cemaatlere dayanır. Yani etnik değil, dini temelli bir örgütlenmedir. Her cemaatin kendi iç işleri, özellikle medeni konular, cemaatin din adamları tarafından yönetilir. Bu yapı devlete bağlanır; özellikle vergi ve askerlik gibi alanlarda Müslümanlarla gayrimüslimler farklı statülere sahiptir. Gayrimüslimler haraç ve cizye gibi vergiler öder, askerlik yapmazlar ama bunun karşılığında daha yüksek vergi verirler.

Osmanlı, farklı dönemlerde bu uygulamayı farklı biçimlerde yürütmüştür ama temelde dini cemaatlere ibadet özgürlüğü, kendi kurallarını uygulama hakkı verilmiştir. II. Mehmet’i bu konuda özel kılan şey ise, bu uygulamayı hukuki bir statüye kavuşturmasıdır. Cemaatlere ahitnameler (fermanlar) vererek onların haklarını padişah güvencesine almıştır. Ondan sonra gelen padişahlar da bu uygulamayı sürdürmüş ve cemaatlerin fermanlarını zaman zaman yenilemişlerdir.

Bununla bağlantılı olarak, Kanunname-i Âl-i Osman’ın hazırlanması Osmanlı’nın hukuki, idari ve belki de toplumsal yapısına nasıl bir katkı sağladı sizce?

Kanunname-i Âl-i Osman, daha çok devletin teşrifatı ile ilgilidir. Yani devletin cemaatlerle ilişkisini düzenlemekten çok, devletin içi yapısını düzenler. Unvanlar, makamlara ilişkin kurallar, idari yapı, protokol vs. gibi alanları kapsar.

Fatih Sultan Mehmet’in burada yaptığı önemli şey, dağınık halde var olan kuralları ilk kez sistematik bir biçimde bir araya getirip kodlaştırmasıdır. Bu anlamda, onu Hammurabi veya II. Justinianus gibi kodifikasyon yapan hükümdarlara benzetebiliriz. Kısaca, mevcut uygulamaları derli toplu hale getiriyor ama yenilikler de ekliyor. Örneğin kardeş katli, ilk kez Kanunname-i Âl-i Osman’da hukuki bir hüküm olarak yer alıyor. Bu da sistemin bir parçası haline getiriliyor.

“Fatih, İstanbul’u Müslüman bir şehir yaptı ama şehir sadece Müslümanlara özgü bir yer olarak görmedi. Farklı dinlerin yönetsel merkezlerini İstanbul’da topladı”

İstanbul’un fethi sonrası, gayrimüslim tebaanın entegrasyonu için II. Mehmet ne tür uygulamalar gerçekleştirdi? Doğu ile Batı’nın birleştiği bu yeni yapıda, hukuki veya yönetsel anlamda ne gibi düzenlemeler yapıldı?

II.Mehmet döneminde millet sistemi devam etti. Daha önce de söylediğim gibi, gayrimüslimlere yönelik ahitnamelerle özgürlükler, doğrudan padişahın kişisel garantisi altına alındı. Entegrasyon sürecinde çok dikkatli davrandı. İstanbul’a yalnızca Türk-Müslüman değil, Rumlar, Ermeniler gibi farklı halklar da yerleştirildi. Örneğin:

  • Konya-Karaman yöresinden Rumlar,
  • Mora’dan Ortodoks Yunan aileler,
  • Sırbistan’dan aileler İstanbul’a getirildi.

İstanbul’un Müslüman bir şehir haline gelmesi II. Mehmet döneminde oldu bunu söyleyebiliriz ama şehri sadece Müslümanlara özgü bir yer olarak görmedi.

Örneğin:

  • Ermeni psikoposluğu Bursa’dan İstanbul’a taşındı.
  • Yahudilere İstanbul’da hahambaşılık kurduruldu.

Böylece farklı dinlerin yönetsel merkezleri İstanbul haline getirildi. Ayrıca, İstanbul’un önde gelen Rum ailelerine ekonomik imtiyazlar verdi. Örneğin, Rumeli’deki bakır ve gümüş madenleriyle ilgili imtiyazlar tanındı. Bunun dışında:

  • Galata’daki ticaret kolonisine dokunmadı.
  • Vergi ve angaryadan muafiyet tanıdı.
  • Levantanlara özel ayrıcalıklar sağladı.

Devşirme sistemiyle, Bizans aristokrat ailelerinden bazı kişiler, Müslüman olup Osmanlı bürokrasisine dahil oldu. Vezir-i Azamlığa kadar yükselen örnekler de var. Yani II. Mehmet, gayrimüslim tebaanın hem ekonomik hem toplumsal hem de yönetsel entegrasyonunu sağlamak adına çok yönlü bir politika uygulamıştır.

“II.Mehmet’in Emperyal Vizyonu, Ekonomi Politikaları ve Batı’ya Yöneliş”

II.Mehmet’in cihat motivasyonuna kitabınızda değiniyorsunuz. Özellikle onun emperyal kimlik anlayışı ön plana çıkıyor. Peki, II. Mehmet’in bu emperyal kimlik anlayışı, Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya siyasetindeki konumunu nasıl şekillendirmiştir?

II.Mehmet’in uluslararası alanda birkaç önemli hedefi vardı. Öncelikle, doğuda kendine denk bir hükümdar görmek istemiyordu. Bu durum, onu Uzun Hasan ile karşı karşıya getirdi ve sürecin sonunda Otlukbeli Savaşı yaşandı. Bu sadece siyasi değil, aynı zamanda Türkmenler üzerindeki nüfuzu kırma amacı da taşıyordu.

İkinci olarak, Bizans İmparatorluğu’ndan ele geçirdiği bölgelerde, örneğin İstanbul dışında Mora, Trabzon gibi yerlerde kendine denk herhangi bir ailenin varlığına tahammül göstermedi. Bu yüzden bu bölgelerin yerel yöneticilerini ve aile üyelerini ortadan kaldırdı.

Ayrıca, Sırbistan, Bosna ve Arnavutluk’ta yerel ailelerin etkisini azaltmak adına bu bölgeleri tımar sistemine entegre etti. Böylece bu topraklar iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde Osmanlı’ya bağlı klasik bir yapıya dönüştürülmedi; doğrudan Osmanlı eyalet sistemine dahil edildi.

“Fatih Sultan Mehmed, hiçbir hükümdarı kendine denk görmedi. Roma’nın mirasçısı olarak kendini görüyordu ve hak iddia ediyordu. Onun ‘Kızıl Elma’ hedefi Roma’yı fethetmekti”

Batı’da da kendinden büyük kabul ettiği bir hükümdar yoktu değil mi?

II.Mehmet’in emperyal sisteminin merkezinde, Osmanoğulları Hanedanı’nın benzersizliği vardı. Kendisine rakip olabilecek hiçbir hanedana ya da aileye hoşgörü göstermedi. Aynı şekilde, Orta Avrupa’daki en büyük rakibi olan Macar Krallığı ile de birkaç kez savaştı. Burada da benzer bir rekabet söz konusuydu. Kimseyle denk olmak istemedi.

Ayrıca kendisini Roma İmparatorluğu’nun varisi olarak görüyordu. Roma üzerine bir hak iddiası vardı ve bu, onun “Kızıl Elma” hedefini oluşturuyordu: Roma’yı fethetmek.

Bahsettiğiniz bu “rakip istememe” durumu Türk devlet geleneğini de hatırlatıyor. Önceki Türk devletlerinde hep iç çatışma, kardeşler ve amcaoğulları arasında taht mücadelesi, ülkenin Doğu-Batı diye bölünmesi gibi durumlar var. Bu geçmişten gelen bir paranoya da olabilir mi? Çünkü bu anlayışta “Kut”u kazanabilecek herkes potansiyel bir rakip. Dolayısıyla II. Mehmet de ne rakip ne kardeş ne de amcaoğlu bırakmış diyebilir miyiz?

Kesinlikle katılıyorum. Bu duruma iyi bir örnek olarak şu verilebilir: İstanbul fethedildiği anda, şehirde bulunan ve bir dönem Bizans’a sığınmış olan Şehzade Orhan hemen bulunup öldürtülüyor. II. Mehmet’le tam bir akrabalık ilişkisi olup olmadığı net değil ama her halükârda asla yaşaması istenmiyor.

Osmanlı Hanedanı’ndan gelen, taht üzerinde hak iddia edebilecek olan her türlü ihtimali ortadan kaldırıyor.

Osmanlı’nın uzun süren imparatorluk ömrüne de katkı sağlamış olabilir mi? Bu konuda çok farklı görüşler var ama olumlu etkisi olduğunu düşünebilir miyiz?

Ben açıkçası olumlu katkı sağlamadığını ve çatışmaları arttırdığını düşünüyorum. Özellikle Haldun Eroğlu’nun yaklaşımına atıfla eğer bu uygulama olmasaydı, belki de iç çatışmalara yöneltecekleri enerjiyi dışa yöneltebilirlerdi. Kurumsallaşmaya daha fazla çaba harcayabilirlerdi. Ancak bu tamamen ihtimallerle ilgili.

Kitabınızda, Fatih’in kendisini yalnızca Doğu’nun değil, Batı’nın da imparatoru olarak gördüğünü ve kendisine “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” unvanını uygun bulduğunu vurguluyorsunuz. Bu unvan, onun yönetim anlayışını nasıl şekillendirmiştir?

“Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” unvanı, Fatih’ten önce de birçok Müslüman hükümdar tarafından kullanılan bir unvandır. Yani bu, Fatih’le birlikte ortaya çıkmış bir şey değil. Ama Fatih, Peygamber’in hadisine nail olduğunu düşündüğü andan itibaren, zaten tüm eylemleri için meşruiyeti kendinde bulmuştur. Bu unvanı formalize etmesi aslında o kadar da önemli değildir. Zaten o güç ve hakkı kendisinde görüyor.

Ancak Fatih’in bu unvana ve hakka dayanarak yaptığı bazı eylemler, zaman zaman Osmanlı’daki bazı tarikatlar tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Özellikle vakıf ve mülk arazilerinin tımar sistemine dahil edilmesi, bazı tarikatların ciddi eleştirilerine yol açmıştır.

“İstanbul’un fethi Fatih’e Doğu’da da büyük bir meşruiyet ve saygınlık getirdi. Ancak, hükümdarlar seviyesinde Fatih’in büyüklüğünü reddeden devletler de oldu”

Peki bu meşruiyet, İslam dünyasında da geçerli oldu mu? O dönemin kaynaklarında böyle bir yaklaşıma rastlanıyor mu?

Evet, Fatih zamanla İstanbul’a Doğu’dan birçok âlim ve sanatçıyı çekti. Türkistan ve İran bölgesinden gelen şairler, edipler, ulema temsilcileri onun çevresinde toplandı. Bu isimlerin yazdığı kasideler ve eserler, Fatih’in meşruiyetini destekler niteliktedir.

Örnekler verebilir misiniz?

Örneğin:

  • Ali Kuşçu, Fatih’e ithaf ettiği Risaletü’l-Fethiyye adlı eserinde bu meşruiyeti işler.
  • Kıvami, fetihle ilgili yazdığı Fetihname adlı eserde aynı yönde görüşler ortaya koyar.
  • Tursun Bey hem bir devlet adamı hem de tarihçidir. Onun eserlerinde de Fatih’in bu konumu açıkça vurgulanır.

Ancak İstanbul’un fethi Doğu’daki hükümdarlıklarda doğrudan bir biat getirmemiş görünüyor. Buna dair örnekler de verebilir misiniz?

Evet, devletler düzeyinde baktığımızda, örneğin Uzun Hasan, Fatih’e karşı çıkarken şöyle bir argüman kullanır: “Osmanoğulları bir zamanlar İlhanlıların ya da Moğolların vasalıydı. Ben İlhanlıların temsilcisiyim. Sen kimsin?

Bu tür söylemler, meşruiyetin her zaman evrensel düzeyde kabul edilmediğini de gösteriyor. Memlükler özelinde durum biraz daha dikkat çekici. Moğolların Bağdat’ı işgalinden sonra hayatta kalabilen bazı Abbasî hanedanı üyeleri Mısır’a sığınıyor. Burada Memlük hükümdarlarının koruması altında halifelik devam ediyor, yani tam anlamıyla bağımsız bir halifelik değil ama halifelik unvanı yaşatılıyor.

II.Mehmet ile Memlükler arasındaki yazışmalara baktığımızda, başlangıçta II. Mehmet’in Memlük Sultanları’na karşı daha saygılı bir üslup kullandığını görüyoruz. Ancak zamanla bu üslup daha özgüvenli hale geliyor. Belki belirgin bir şekilde daha üstten bir ton benimsediği görülüyor.

Bunu biraz daha açabilir misiniz?

Örneğin mektuplarında kullanılan unvanlar da zamanla değişiyor. Memlük Sultanları için kullandığı hitap şekilleri farklılaşıyor. Bu da II. Mehmet’in kendini artık İslam dünyasında daha yüksek bir konumda gördüğünü gösteriyor.

Hatta bazı kaynaklarda Memlükleri aşağılayan ifadeler bile var. Örneğin, “Memlük” kelimesi zaten “köle” demek. Memlükler, yani Kölemenler, asker olarak satın alınıp eğitilen, daha sonra general olan ve darbe ile başa geçen kişiler. II. Mehmet ise kendi soyunu, gaza ve cihatla meşhur olmuş, asil bir hanedan olarak nitelendiriyor. Memlüklere yönelik olarak, “siz basit kölelerdensiniz” anlamına gelen aşağılayıcı söylemler kullandığı iddia ediliyor.

Hatta bazı tarihçiler, II. Mehmet’in son seferinin Memlükler üzerine olduğunu yazmıştır. Örneğin Heşt Behişt’in yazarı İdris-i Bitlisi, II. Bayezid döneminde yaşamış bir tarihçidir ama Fatih döneminde olan olayları da kaleme almıştır. Belki de bu yorumu bir gözleme veya duyuma dayanarak yapmış olabilir. Net olarak bilemiyoruz ama bu da önemli bir değerlendirme.

“Fatih Sultan Mehmed’in ticaret politikaları ve kurumsallaşma adımları”

Peki II. Mehmet’in ticaret ve ekonomi politikaları nasıldı? Bu anlamda yaptığı çeşitli reformların Osmanlı’nın uzun vadeli gücüne nasıl katkı sağlamıştır?

II.Mehmet’in ticaret politikaları, öncelikle İstanbul’u bir ticaret merkezi haline getirme hedefi etrafında şekilleniyor. İstanbul’un fethinden hemen sonra, vezirlerine bedesten ve cami inşa edilmesini emrediyor. Bu yapılar, hem İslam medeniyetine uygun bir kimlik kazandırıyor hem de ticareti canlandırma amacını taşıyordu.

Karadeniz bölgesinde yaptığı fetihlere baktığımızda:

  • Sinop Limanı tamamen Osmanlı’ya bağlanıyor.
  • Kefe’nin fethiyle Ceneviz kolonisi kontrol altına alınıyor.
  • Bu süreçte Kırım Hanlığı Osmanlı’ya bağlanıyor.

Bu adımlarla İpek Yolu’nun Karadeniz güzergahı İstanbul’a yönlendirilmiş oluyor. Ayrıca:

  • Pera ve Galata’daki Latin ticaret kolonileri korunmuş, tüccarlara önemli ayrıcalıklar tanınmıştır.
  • Yalnızca idari elitin sahip olduğu bazı haklar bu kolonilere verilmiştir.

Fatih Sultan Mehmed, Kanunname’i Ali Osman benzeri ticarete dair de kanunnameler çıkarıyor mu? Kurumsallaşmayı arttırıyor mu?

Evet, II. Mehmet, uluslararası ve yerel ticareti düzenleyen kanunnameler de yayımlıyor. Sadece ünlü Kanunname-i Âli Osman değil, pazar düzenini ve fiyat dengesini gözeten başka düzenlemeler de bulunuyor.

Önemli bir örnek de şu: Bir İtalyan tüccar, Fatih’e övgü yazması için bir şaire para veriyor. Bu şairin adı Otman (Osman) çünkü tüccarın babası, II. Murat’ın sarayında tüccarlık yapmış ve bir oğlum olursa adını Türkleri hatırlatacak şekilde koyacağım demiş. Bu küçük ama sembolik olay bile Fatih’in uluslararası itibarı hakkında fikir verir. Bu olay yazın zamanda Kopernik Yayınları’ndan çıkan “Emir: Türk İmparatoru Mehmet’in Hayatı ve Fetihleri” kitabında da geçer, faydalanmak isteyen okurlarımıza da tavsiye ederim.

Ayrıca, Anadolu ve Rumeli’deki madenler için özel imtiyazlar tanımıştır. Fetih politikası da yer yer madenleri ele geçirmeye yönelikti. Ekonomik olarak bu da güçlü bir altyapı oluşturdu.

Son olarak, 1478’de bastırılan “Sultan Florin” adlı altın sikke, yüzyıl boyunca değeri çok değişmiyor. Avrupa’daki fiyat devrimine kadar neredeyse hiç değer kaybı yaşamamıştır. Bu da II. Mehmet’in mali reformlarının başarısını gösteren çok önemli bir detaydır.

Kitabınızda farklı seferlerden söz ediyorsunuz. Özellikle Otranto Seferi ilginç görünüyor. Bu tür askeri operasyonlar Osmanlı’nın evrensel bir imparatorluk olma vizyonuna nasıl hizmet etti? Otranto Seferi’nin Batı’daki etkisi nasıl oldu?

Evet, bu çok önemli bir konu. Öncelikle belirtmem gerekir ki, Otranto Seferi hakkında Türkçe kaynak sayısı çok azdır. Bildiğim kadarıyla sadece Neşri ve bir başka kaynakta geçer. Ama İtalya’da bu sefer çok büyük bir yankı uyandırmıştır. Coğrafi olarak, Otranto, İtalyan çizmesinin güneydoğusunda, oldukça stratejik bir noktadadır. Osmanlı burayı ele geçirince burada kalmayıp daha fazla askerin konuşlanabileceği alanlar da oluşturdu. Bu da Osmanlı’nın ileride daha büyük seferler yapma hazırlığında olduğunu gösteriyor.

Bu bağlamda tekrar dönersek Fatih’in Roma’yı fethi gerçekçi miydi sizce? Bir imaj çalışmasının ötesinde net bir hedef olarak somut adımlar attığına dair örnekler var mı?

O dönemin İtalyan kaynaklarına bakıldığında II. Mehmet’in Roma’yı fethetme niyeti çok net bir şekilde görülüyor. Hatta şöyle bir ifade kullandığı söyleniyor: “Roma İmparatorluğu’nun kızını aldım -yani İstanbul’u- şimdi anasını almaya gidiyorum: Roma’yı.”

Bu ifade her ne kadar rivayet olsa da II. Mehmet’in bu tarz söylentilerin yayılmasına bilerek izin verdiği izlenimini ediniyoruz.

Ayrıca:

  • İtalya haritalarını getirttiği,
  • Venedik’in tarihini, kuruluşunu detaylarıyla bildiğini söylediği,
  • Arnavutluk üzerinden Venedik’e ilerleme planlarından bahsettiği biliniyor.

Tüm bunlar onun İtalyan Yarımadası’nı güney ve kuzeyden kıskaca alma planlarını ortaya koyuyor. Seferin ardından bir İtalyan şair, “İtalyanlar, birleşmek için daha ne bekliyorsunuz?” diyerek çağrıda bulunuyor. Bu da İtalya’da ciddi bir korku ve etki yarattığını gösteriyor.

Dönemin İtalya’sı zaten çok parçalıydı. Borgia aileleri, şehir devletleri, papalık… Hepsi kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyordu. Machiavelli’nin “Prens” adlı eserinde de bu parçalanmışlık açıkça görülür.

II.Mehmet ise bu bölünmüşlükten faydalanmak istemiş, ancak ömrü yetmemiş gibi görünüyor. Bana sorarsanız, nihai hedefi gerçekten Roma idi.

“Osmanlı’da ve Avrupa’da ‘öteki’ kavramı: Avrupa, kendi Katolik kimliğini II. Mehmet ve Türklere karşı duyduğu düşmanlıkla tanımladı”

Kitabınızda “öteki” kavramına geniş yer vermişsiniz. Sizce II. Mehmet bu kavramı siyasi birliği oluşturmak için nasıl kullandı?

II.Mehmet için birkaç farklı “öteki” tanımı yapılabilir. Şunu net olarak söyleyebilirim: II. Mehmet’in siyasi ve askeri faaliyetleri, Avrupa’daki “öteki” imajını güçlendirmiştir.

II.Mehmet için öteki:

  • Öncelikle fethettiği Bizans topraklarındaki yönetici hanedanlar. Bu ailelerin çoğu zaten ortadan kaldırıldı.
  • Ardından, Anadolu’daki köklü Türk-Müslüman beylikleri geliyor. Bu ailelerin bazıları Rumeli’ye sürüldü, bazılarına Osmanlı egemenliğini kabul etmeleri karşılığında Rumeli’de tımar verildi. Ancak II. Mehmet onları Anadolu’da bırakmadı; hizmet etmek şartıyla başka bölgelere yerleştirdi.

Onun ‘kafir’ söylemi de bu öteki bağlamında mı yoksa sadece dini bir anlamda mı sizce?

II.Mehmet’in “kâfir” anlayışını veya gaza–cihat söylemini yalnızca dini motivasyonla değil, iç muhalefeti bastırmak amacıyla da kullandığını düşünüyorum. Sürekli sefere çıkan bir padişahın bu durumunun, özellikle toprak sahipleri ve yeniçeriler üzerinde ciddi ekonomik ve sosyal etkileri vardı. Gerektiğinde şiddete başvurmaktan da çekinmiyordu.

Bu da önemli bir konu aslında. Fatih, sürekli sefer ve fetihlerle meşgul oluyor, hiç durmuyor görünüyor. Sürekli seferlerden askerlerin yorulduğu, isyan etmek istediği gibi bilgiler konusundan da bahseder misiniz?

Evet, Yeniçeriler zaman zaman homurdanmışlardır. İstanbul’un fethinden sonra doğrudan başkaldıramamış olsalar da II. Mehmet’in sert otoritesi nedeniyle sessiz kalmışlardır. Ama ölümünden sonra büyük bir isyan patlak verdi.

  • İstanbul’da gayrimüslimlerin yaşadığı mahalleler yağmalandı.
  • Sonradan Müslüman olan Yahudi doktoru Yakup Paşa ve Veziriazam Nişancı Mehmet Paşa öldürüldü. (Nişancı Mehmet Paşa, II. Bayezid’in kardeşi Cem Sultan’ın destekçisiydi)

Bu olaylar bize, II. Mehmet’in ne kadar merkeziyetçi ve mutlak güce sahip bir hükümdar olsa da ona karşı toplum içinde biriken muhalefetin izlerini gösteriyor.

Tekrar ‘öteki’ kavramına dönersek, diğer yandan Avrupa’nın da ciddi bir ‘öteki’ algısı olduğu görülüyor Fatih ve Türklere karşı. Bundan da bahsediyorsunuz.

Avrupa’daki “öteki” kavramına değinmek önemli. Aslında Avrupa, kendi Katolik kimliğini II. Mehmet ve Türklere karşı duyduğu düşmanlıkla tanımladı. Türk ve Müslüman figürü, Batı’da tam anlamıyla “öteki” olarak konumlandırıldı. Bunun izleri hala devam ediyor.

“Fatih, Machiavelli’nin Prens’inde tarif ettiği hükümdar profilidir. Prens’in sevgiye değil, itaate ve korkuya ihtiyacı vardır”

Peki II. Mehmet’in Doğu ve Batı’da aynı anda farklı şekillerde algılanması, onun imparatorluk vizyonunu nasıl etkiledi? Doğu’da hem saygı gören bir figür hem de rakipleri var. Batı’da ise zaman zaman despot veya zalim gibi sıfatlarla tanımlanıyor. Bu iki farklı algı, onu nasıl etkiledi?

II.Mehmet’in bu iki farklı algıyı bilinçli olarak yarattığını düşünüyorum. Belki Doğu’da korkulmak değil, saygı duyulmak istiyordu ama Batı’da korkulmak, görünür olmak istiyordu. Bu yönüyle Machiavelli’nin “Prens”inde tarif ettiği hükümdar profiline çok uygun bir figürdür.

Doğu’da kendisini ulaşılamaz bir İslam hükümdarı olarak konumlandırırken, Batı’da ise Roma’nın Müslüman mirasçısı, hatta Müslüman Roma’nın kurucusu olmak istiyordu.
Bu görünürlük isteğini de somutlaştırdı:

  • 1479–1481 yılları arasında İstanbul’a bizzat çağırdığı sanatçılar portrelerini ve madalyonlarını yaptı.
  • 1460’larda da onun adına madalyonlar sipariş edildiği biliniyor.
  • Doğu’da ulaşılamaz, Batı’da ise bilinen ve korkulan bir figür olmak istiyordu.

Sizce Osmanlı İmparatorluğu’nu evrensel bir imparatorluk seviyesine taşıyan en önemli olay İstanbul’un fethi miydi?

Kesinlikle İstanbul’un fethiydi. Ancak sadece fetih değil, doğru zamanlama da önemliydi. Avrupa, o dönemde çok parçalı bir yapıdaydı ve II. Mehmet bu durumdan çok iyi faydalandı.

Fetih hem Doğu’da hem Batı’da büyük bir meşruiyet kazandırdı.
Papa II. Pius, II. Mehmet’e Katolik olmasını öneren bir mektup bile yazdı. Bu mektubun gerçekten gönderilip gönderilmediğini bilmiyoruz ama içeriği oldukça dikkat çekici. Mektupta şöyle deniyor: “Senin Roma İmparatorluğu’nun meşruiyetine sahip olmak için ihtiyacın olan tek şey bir damla vaftiz suyu” ve “Katolikliğin bu parçalı dünyada senin gibi bir hükümdara ihtiyacı var. Bu iki cümle bile, II. Mehmet’in Batı gözünde ne kadar güçlü ve etkili bir figür olduğunu gösteriyor. Bu mektup büyük ihtimalle bir propaganda metniydi. Avrupa kamuoyunu II. Mehmet gibi bir tehlike karşısında birleşmeye ikna etmek için yazılmış olabilir. Ama aynı zamanda, II. Mehmet’in gerçekten bütün Avrupa’yı birleştirecek kadar güçlü biri olarak algılandığını da gösteriyor.

————DEVAM EDECEK ————

Röportajın ikinci bölümünde hem kitabın içeriğini hem tarihi olayların bugüne yansımasını hem de daha fazla şekilde güncel siyasi ve idari konuları konuşmaya devam edeceğiz.

İlgili İçerikler

KAPDEM Dijital

Kamu Politikası, Devlet Yönetimi ve Toplumsal Gelişim Merkezi (KAPDEM), Türkiye’de siyaset bilimi ve kamu yönetimi, kamu politikaları ile ekonomik, sosyal, kültürel ve toplumsal konulardaki temel kamusal, yönetimsel/idari/siyasi kararlara odaklı çalışmalar yapmak, projeler geliştirmek ve yenilikçi ve çözüm odaklı yaklaşımlara katkıda bulunmak üzere kurulmuştur. KAPDEM; tamamen bağımsız, tarafsız ve gönüllülük esasına dayalı olarak kurulmuş bir düşünce kuruluşudur. Herhangi bir siyasi parti, çıkar grubu, baskı grubu veya ulusal/uluslararası/ulus ötesi yapı ile organik bir bağı ya da ilişkisi yoktur. Bağımsız ve tarafsız kalmayı temel kuruluş ilkesi olarak benimsenmiştir.

Aboneliğiniz kaydedilemedi. Lütfen tekrar deneyin.
Aboneliğiniz başarıyla gerçekleşti.

BÜLTENİMİZE ABONE OLUN

Yayınlarımız, etkinliklerimiz ve 

duyurularımızdan haberdar olmak için 

abone olun

© KAPDEM 2025 | Tüm hakları saklıdır. İçerikler izinsiz olarak ve kaynak gösterilmeden kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve başka mecralarda kullanılamaz.